Translate

7 Ekim 2011 Cuma

JOBS ÖLDÜ BİR DİŞ ISIRILMIŞ ELMA ÖLMEYECEK


  (İkinci diş ameliyatımı oldum hayatımda ilk kez altı gün evden çıkmadım, hasta masta yazacak halim yok ama birkaç satır olsun Steve Jobs'un ölümüne sessiz kalamazdım, çalakalem oldu kusura bakmayın.. )

70'li yıllarda sadece basit toplama çıkartma yapan elektronik hesap makinesi ve bir çocuk oyunu atari oyunlarıyla başlayan bilgisayar tarihinin en büyük ismi Steve Jobs dün öldü..
Apple adlı markanın ve ünlü ürünleri iPod'u iPhone'u iPadMacintosh'u tanımayan dünyalı kalmadı.
Teknolojiye tam bağımlı hayatım iki büyük kölelik dönemi yaşadı, birinci dönem tam anlamıyla IBM'in bağımlısıydık ikinci dönem kişisel bilgisayarlara.
70'li yılların başında matbaaya ilk adım attığımda tek başına fabrikayı andıran dizgi makinesinin adı Heidegger'di.
Ünlü bir Alman filozofun adını taşıyan Heidegger'in bir mekanik dehası bu makineleri seyretmek lunapark eğlencesinden daha keyifliydi.
Heidegger matbaada gerçek bir devrim yapmıştı, o güne kadar matbaa dediğimiz tek bir işçinin (mürettip) tek tek harflerin satırlara dizilmesi ve sonra üstleri boyanıp baskıyla kağıda geçirilmesiydi..
Heidegger müthiş bir sürat getirdi, önce bir daktilo gibi klavyesi olan dev makinenin önüne oturuyorsunuz ve tuşlara dokunup bir kelime yazdığınızda diyelim "Ali" yazdınız, kurşun eriyikle dolu hazneden eriyik akıyor ve o anda bir kalıp gibi Ali kelimesi kurşundan harflere (hurufat) dökülüyordu.
Heidegger dünyada matbaacılığın hızını kat kat arttırdı, aslında icadı bildiğimiz "dökmecilik"le daktiloyu birleştirmesiydi.
Heidegger makineleri mekanik çağın harikalarıydı, tek bir tuşa dokunduğunuzda bir canavarı andıran makinenin bin ayrı parçası sırayla onlarca işlemi peşpeşe ve süratle yapıyor, bin ayrı mekanik kolun seri ve düzenli çalışması sizde hayranlık duygusu uyandırıyordu.
Henüz biz hayattayken mekanik'in ölümünü ve elektronik'in dünyayı değiştirmesine şahit olduk..
IBM 1900'lü yılların başında Amerika'da kurulmuştu ve 1950'ye geldiğimizde dünyayı istilaya çoktan başlamıştı, yaptığı şuydu, bu dev fabrikayı andıran makineyi bir büro içine bir masa üstüne taşımayı başarmak...
Bu büyük devrimi bildiğiniz mekanik daktiloyu elektronik'e döndürerek yaptı, ancak buna "elektronik" diyemeyiz, "elektrikli mekanik" adı daha uygun düşer ve elektrikli daktiloları 1960'lı yıllarda dünya gazetelerinin tüm bürolarına gelip yerleşti.
1976'ın sonunda Milliyet Gazetesi dizgi servisinde çalışmaya başladığımda bu efsane makineler son günlerini yaşıyordu, ağırdılar hantaldılar ve satır sonlarını cetvel gibi bir düzene sokmak çok ince yorucu uğraş istiyordu, sabahlara kadar makinenin başında canım çıkardı.
Birkaç yıla kalmadan IBM'ın bir mucizesi denilen ancak teknoloji tarihinin en büyük fiyaskoları arasında yer alan buzdolabı büyüklüğünde compugrafic'le tanıştık, compugraficlere mekanik çağın ölümünü hazırlayan son çırpınışlar diyebiliriz..
Makine içinde bildiğiniz filmden bir şeritin döndüğü bir tekerlek vardı. Siz klavyede hangi harfe dokunuyorsanız bir ışık tekerleğin üstündeki harfin karşısında duruyor ve (dakikada beşyüzelli tuşa dokunduğunuz düşünülürse) o kadar hızlı, harfler yine fotoğrafcılarda olduğu gibi fotoğrafını çekiyordu.
Tıpkı fotoğraf stüdyosunda olduğu gibi rulo sarılmış fotoğraf kartını banyo odasına götürüp filmi yıkayarak beyaz kart üstünde yazıları çıkartıyor ve sonra pkaj (sayfaya yapıştırma) servisine gönderiyorduk.
Ne kadar karmaşık değil mi, film, banyo, buzdolabı büyüklüğü.
Oysa IBM dünya teknoloji deviydi ve teknolojinin ilahı sayılan bütün deha mühendisleri yüz yıldır bünyesinde çalıştırıyordu, hem teknoloji birikimi hem araştırmaları hem dörtyüz bin çalışanı hem şirket büyüklüğünde bir Amerikan mucizesiydi, ilk gençlik yıllarında dünyanın en büyük şirketlerini sayarken Shell derdik General Motor ve IBM.
IBM muhteşem bir kurumdu, disiplin çalışma başarı IBM tarihinde inanılmazdır, şirket olarak efsanesi yüzyılımızın en çarpıcı hikayelerindendir.
İşte bu devasa şirketi dize getiren birkaç kafadar, bugün Apple'den bahsederken Holt, Markkula gibi isimler sıralanır ancak işin temeli Wozniak ve Steve Jobs'dur.
Apple, birikim, çalışan, sermaye ve şirket büyüklüğüyle gelmiş geçmiş tarihlerin en büyük şirketi IBM'in fiyakasını elinden nasıl aldı?
Ne demiştik, IBM dev heidegger makinelerinin hayatını bitirip büroya sekreterin önüne kadar rahatlatmıştı işi. İşte Apple daha da öteye gitti ve bürodan masa üstünden ötesine taşınabilir cebe sokulabilir hale getirdi..
Ve "kişisel" diye bir kavramla tanıştı dünya: kişisel bilgisayar.
Başlayalım Jobs'un hikayesine.. Apple'ın amblemi bir diş alınmış elma.. Ne demek bu? Steve Jobs'un ilk gençlik yıllarında epey uzunca sürmüş "hippi" hayatını Hindistan Tibet yolculuk ve maceralarını bilmezsek anlayamayız.
Tek diş ısırılmış elma II. Dünya Savaşı'nda Alman şifrelerini çözüp savaş kahramanı olmuş Alan Turing'in ölümünde elinde bulunan siyanürlü elmayı ifade ettiği söylenir, bilinir..
Ancak aynı tek diş ısırılmış elmayı bir de Jobs'un hayatında aramak lazım.
Jobs'un ilk gençlik yılları guruların peşinde geçti, iç aydınlanma, Budha, Katmandu, Nepal.. Sonra katıldığı kurduğu "komün" çiftlikler sonra vegeteryan oluşu.
Jobs sadece meyve yenilerek yaşanabileceğine inanmış bir uzak doğu deneyiminden geliyordu..
Eğer bir ısırık alınmışsa, bu size dair bir elma'dır, yani şu "kişiselliği" ifade eden elmanın üstündeki "ısırık"tır.

Wozniak ve Steve Jobs'un Apple hikayesinde "para kazanmanın üstünde" başka şeyler var, büyük şirket olmanın ötesinde bambaşka bir yol haritası var.
70'li yılların ortalarında ellerinde beş kuruşları olmadığı günlerde iç aydınlanmadan öte bir başkaldırının çocuğuydu Steve Jobs.. Büyük devasa şirketler ve kurumların hegemonyasına karşı, kurulu aile düzeni kurulu yasalara kurulu kültüre karşı askerliğe devlete savaşlara karşı.
Elektronik parçalarla oynamaya kıtalararası füze projelerinde çalışan mühendis babasıyla başlamıştı, daha dört beş yaşında, ampul, batarya, elektrik devreleri gibi radyo ve telsiz parçalarıyla elektrik çağının oyuncaklarını çoktan öğrenmiş komşularına sinyal göndermeye başlamıştı..Onlu yaşlarda elektroniğin fizik evrenini kavramaya başlamış, çipler, entegre devreler, silikonlarla ve yirmi yaşlara girerken yepyeni bir çağın habercisi "atari" oyunlarına merak salmış, şirketinde çalışmış, yazılımlar geliştirmiş.
68 kuşağının çiçek çocukları 80'li yıllar yaklaşırken dünyanın dört bir yanından elektroniğin gelişmesine ve ilk basit bilgisayarların ortaya çıkmasına başka bir gözle baktı, kurulu dünyayı yıkacak bir teknolojik sıçrama. Devletlerin hakimlerin dinlerin iktidarını alaşağı edecek bambaşka bir çağın habercisi.
Kurulu iktidarlardan umudunu tam anlamıyla kesmiş nerdeyse tüm anarşistlerin elektronik devrelere yazılımlara hücum etmesi bu yüzden. Dünün anarşistleri çok iyi felsefecilerdi bugünün en sıradan anarşisti bile elektronik devreler konusunda amatör bir mühendistir.
Hatta Apple'de olduğu gibi tam meslekten mühendis değil bizim alaylı dediğimiz yarım yarım okuyarak muhteşem bir sıçrama yapan Steve Jobs benzeri yüzlerce genç insan.
Steve Jobs kimle ortaklık kurmuşsa ortağının ilk isyanı Steve Jobs'un giyimine olmuştur, bir jean pantolan bir tşört.
Wozniak ya da Steve Jobs, muz cumhuriyetlerinin kralları gibi, beş on büyük ada satın alabilir ve hayatlarının sonuna kadar krallar gibi yaşayabilirlerdi….
Krallar gibi yaşama hiçbir zaman akıllarından dahi geçmedi.
Kurumlara bağımlı olmadan çalışmak, ne demek, üstelik büyük bir şirket olmuşsanız, ne demek kurallara bağlı olmadan çalışmak.
Steve Jobs nerden bakarsan dünyanın en büyük şirketlerinden birinin üst yöneticisi, ama kabul edelim, ilk gençliğinden beri onu yaşatan tek şey bir büyük iddiadır: bağımsızlık insana ruhani bir enerji verir.
Bu cümleyi defalarca tekrar edelim: BAĞIMSIZLIK İNSANA RUHANİ BİR ENERJİ VERİR..
Katmandu Yolları'ndan elinde kalan buydu. Apple'ın dünyanın devasa şirketlerine karşı verdiği elektronikte tasarımda buluşçuluğun ötesinde ayağa kaldırmak istedikleri enerji, kişiyi, bireyi, kurumların dışına taşımaktı.
Başardılar mı? Tam evet diyemeyiz ama yüzde doksan evet ve üstüne yolunu açıp sadece bizlere değil bizzat kurumları da buna inandırdılar.
Apple'i Wozniak ya da Jobs defalarca satabilirdi ya da Amerikan'ın dev şirketleri Apple'ı yüz katı fiyatla defalarca satın alabilirdi.
Şirket diyoruz ama şirketin nüvesinde "kankalık" diye bir şey var, kafadarlık, satın alınamayan işte bu "arkadaşlık" bu "yola beraber çıkmışlık".. Bob Dylan'ın hayatını anlatan belgeselin adıydı galiba: "Eve Dönüş Yok".
Steve Jobs eve dönmedi…. Zaten gerçek babası annesini hiç tanıyamadı, mühendis babası onun üvey babası yani evlatlıktı.. Sadece Jobs mu, Apple kullanan onlu yaşlarda çocuklar evin içinde olsalar dahi "eve dönüyorlar mı?".
Hepimiz evin dışında "arkadaşlarımızla kendi dünyamızı kuruyoruz".
Fikir arkadaşı sohbet arkadaşı oyun arkadaşı dava arkadaşı, hepsini seçen biziz..
Ve bizim kuşağın büyük sorusu, iktidarlara ve kurumlara ve şirketlere ve devlete muhtaç olmadan kölesi olmadan tek başına kendi dünyamızı kurabilir miyiz?
Bizi hayata bağlayan bir türlü kendimizi zapt edemediğimiz bir türlü içimizde önüne geçemediğimiz bu fikir: raylarını başkalarının döşediği trenlere niçin binelim?
İşte Steve Jobs hepimizin hayatlarını etkileyerek değiştirerek geldi ve gitti. Bakıyorum hayatıma, çalıştığım hiçbir işyeriyle para konuşmadım, Leman Dergisi'yle "anca da beraber kanca da beraber" arkadaşlığıyla başladım, bugüne kadar sürdürüyorum, SKY'da çalışırken para konuşmadım, Serdar'la kafa kafaya verdik ağzımıza geleni söyledik, işte ODA TV, paranın adı dahi geçmedi. Dışarıdan bizim "muhasebe kayıtlarımıza bakanlar" kafayı yer, bu kadar yetenek bu kadar kitap, bunlar delirmiş olmalı der.
Eleştirel fütursuz kimsenin karışmadığı kendi başımıza dünyalar kurmaya çalışmak paranın çok ötesinde bir duygu, bu, dünyaya neden geldik'in bizim kuşaktaki karşılığı.
İşte gördünüz, ülkemizin üstünden bir vahşi hortum geçiyor ve askeri gazeteleri hakimleri üniversiteleri yani "kurum" diye ne varsa yıkıp yutup ele geçiriyor.
ABD işbirlikçisi cemaatin ve AKP'nin yutmadığı işini bitirmediği "kurum kalmadı"..
Artık ne kaldı geri, birkaç arkadaş… Birkaç bağımsız çizer birkaç bağımsız yazar, birkaç..
Peki bunca kurumu yutup silip ortadan kaldırdıkları halde bugün uğraştıkları kimler?
Dikkat edin birkaç bağımsız yazar gazeteci.
Bir arkadaşım kankasının kulağına "onun anasını ….." demiş. Vay nasıl der, dün gazeteleri okudum, insanlık dışıymış, ahlaksızlığın en vahşisiymiş.. Diyenler kim, hayatta kişi olamamış onun bunun ajanı onun bunun köpeği yazarlar.. Vahşice saldırılarının nedeni, her şeyi yıktılar ama bu "bireyleri" yıkamıyorlar.
Kurumları ele geçirdiler ama "bağımsız kişileri" ele geçiremiyorlar, çıldırıp saldırıyorlar…
Oysa ülkemizin en trajik yaralarına; Uğur Mumcu'nun, Hablemitoğlu'nun, Hrant'ın, Susurluk'un vb. altına değil elini boynunu uzatıp ölümüne mücadele verenler o devasa kurumlar değil, birkaç bağımsız gazeteci.
Sonerler, Barışlar, Nedim Şenerler hepsi bağımsız gazeteci.. Kurumlarını şirketlerini yakıp, uçurup toz ettiler ama onlar tek başlarına direniyor.
Aykırı ve bağımsız insanları yola getirmek kolay değildir, Avrupa bunu çok iyi bilir, F Tipi cezaevlerinin yapısı şeması hücreleri üzerine batılı bir çok makale okudum, hedeflenen şey, bu cezaevi üç dört yıl içinde insanın kişiliğini tamamen değiştirme üzerine tasarlandı.
A giren B çıkıyor. Demir giren, pamuk çıkıyor, toprak giren, ağaç çıkıyor yani sizi bambaşka bir "şekle" sokuyor, benim diyen en iddialı karakterleri dahi lime lime çözüyor.
Modern denilen Avrupa'nın aykırı ve bağımsız kişileri yola getirmek için kullandığı F Tipi cezaevlerini şimdi Amerikan ajanları, savcılar, bizleri dize getirmek için önümüze tek çıkar yol olarak koyuyorlar..
Bedri Rahmi ne güzel söylemiş: "kurmuşlar bir can pazarı, can alır can satarlar"
Yani içerisi kodes ruhunuzun kılıfını almak için tasarlandı, ajanların köpeklerin her gün birkaç yazarın özel notlarına bakıp, birkaç not ve bir telefon diyaloğundan, karşılarında gaddar Saddam diktatör Hitler varmış gibi savcılara alın bunları çığlıkları atmalarının sebebi bu.
Ne yapalım bizim varlığımız coşkumuza iç neşemize bağlı. Onların neşe dediği ise, bir nörolojik bozukluk olarak kendini tutamayıp kahkaha atma isteği., hani şu çizgi roman Teksas okurken kötü adamların kahkahaları.
Dağları taşları ormanları şirketleri kurumları yiyor yağmalıyor cebe indiriyorsunuz ve bizden de susmamızı tırsmamızı istiyorsunuz, öyle mi, be kardeşim siz bu ülkeyi hiç tanımamışsınız.."Hepimizin boynunda ölüm künyesi.. öyle bir musibet ki kardeşim.. ne son sor ne ben söyleyeyim.."
Kodesmiş ölümmüş tehditmiş bildiğinizi okuyun, ilk gençlik yıllarımızdan beri inandığımız tek şey, Bedri Rahmi'nin dediği gibi:
"Güzel dediğin yağmur misali hepimizin olmalı."
Dağ taş memleketi yağmalamışlar ses yok, üniversiteden medyaya kurumları yağmalamışlar ses yok, şimdi sıra tek tek bağımsız bireyleri yağmalamaya gelmiş.. Yok öyle yağma.
Bağımsız yazarlara gücünüz yetmez, bağımsız yazarlığı minnacık tanımış olsaydınız onları durdurmanın imkansız olduğunu beyhude olduğunu zaten bilirdiniz?
Benden söylemesi onları sadece fikirle belgeyle ya da arkadaşlıkla ikna edebilirsiniz. Ama hiç şansınız yok, çünkü yetiştiğiniz büyüdüğünüz çevrede numünelik olsun ilaç niyetine tek bir bağımsız yazar görme şansınız hiç olmadı, ne görmüşler ne yakınından geçmişler.
Karanlık partilerde karanlık tarikatlarda büyümüşler ne bilsinler güneşin lezzetini.
Nihat Genç
Odatv.com