Translate

29 Ağustos 2019 Perşembe

ANADOLULU OLMAK KAVRAMI VE HECTORUN ÖCÜNÜ ALANLAR



Gelecek, geçmişin içinde saklıdır, görebilene…

1922’de ise Başkumandanlık Meydan Savaşını kazanan Atatürk yanındaki subaya “Truvalı Hektor’un öcünü aldık.“ demiştir. Burada ne anlatmak istemiştir? Acaba Homeros’un İlyada’sından mı etkilenmiştir yoksa temelinde doğu ile batının ebedi savaşına mı vurgu yapmıştır?

“Gelecek, geçmişin içinde saklıdır” diyerek ve günümüz siyasetini de anlayabilmek derin tarihe doğru bir yolculuk yapalım:

Batının doğuya cevabı: Mondros Ateşkes Antlaşması “Agamemnon” adlı savaş gemisinde imzalanıyor.

Peki, Agamemnon kimdir?

Truva Savaşını yöneten Yunan Başkomutanıdır yani batının asli temsilcisidir. Antlaşma Osmanlı İmparatorluğu adına Bahriye Nazırı Rauf Bey tarafından, Limni adasının Mondros Limanı’nda demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918 akşamı imzalanmıştır. İşte batının Anadolu’ya bakışı burada net bir şekilde görülüyor. Yani Atatürk aslında “Hektor’un öcünü aldık.” derken batıya cevap veriyordu. Şimdi biraz daha geriye gidelim.

Fatih’te İstanbul’u fethettikten sonra “Hektor’un Öcünü Aldık.” Diyor.

1453’te kentte bulunan Kardinal İsidore yazdığı bir mektupta Sultan İkinci Mehmet’ten ‘Troyalıların Prensi’ şeklinde söz etmiştir. Deneme türünün babası sayılan Montaigne ise, Fatih Sultan Mehmet’in Papa İkinci Pius’a yazdığı mektupta “İtalyanlarla aynı kökten olduğumuz ve onlar gibi Hektor’un öcünü almak hakkımız olduğu halde, İtalyanların bize düşmanca davranmalarına ve Rumları korumalarına şaşıyorum” yazmıştır.

Fatih’in Trabzon seferinden döndükten sonra Çanakkale’ye geldi ve atını Truva’ya doğru sürdüğü, Çanakkale’ye Troya’nın bulunduğu bölgeye gelerek o büyük savaşın kahramanlarına övgüler düzdüğü ve Yunanlılardan “Hektor’un öcünü aldım.” dediği tarihçi Kritopulos tarafından anlatılır.

Şimdi çok daha geriye gidelim.

Büyük İskender, Hektor’u öldüren Aşil’i anmak için Truva’da.

Fatih’ten yaklaşık 1750 yıl önce ve Truva Savaşından 1000 yıl sonra M.Ö. 4. Yüzyılda İskender Truva’ya gelir. Doğunun en büyük imparatorluğu Pers ordularını yenilgiye uğratmak, Hindistan’a dek tüm Asya topraklarını ve Mısır’ı fethetmek üzere on beş bin kişilik ordusuyla Yunanistan’dan yola çıkan Büyük İskender ordusuyla Çanakkale Boğazını geçerek Truva’ya ulaşmış ve ilk iş olarak Athena’nın Tapınağına gitmiştir. Sonra Aşil’in mezarına bir çelenk bırakmıştır. Athena, Aşil’e hamilik eden tanrıçaydı. İskender şehrin ünlü kralı Priam’a da biat etmeyi unutmamış, ona bin davar kurban etmiştir.

Şimdi de Truva Savaşına kadar gidelim. Gerçekten Anadolu halklarının topyekün savunması mıydı yoksa sadece bir kent savunması mıydı?

Agamemnon diyor ki: “Tüm Anadolu toplanmış gelmiş o yüzden dokuz yıldır alamıyoruz…”

Yunan ordularının başkomutanı Agamemnon topladı kendisine bağlı tüm kralları ve dedi ki:
“Akhalarla Troyalılar namusumuzla ant içsek, iki yanı da bir bir saysak, Troyalıları yurtlarında toplasak bir araya, biz Akhalar onar onar sıra olsak, her sıraya bir şarap sunan düşer Troyalılardan düşe düşe, üstelik boşta kalır bir hayli sıra. İşte böyle diyorum ben size, şu ildeki Troyalılardan Akhaoğulları işte bu kadar çok. Ama çoğu illerden kargı atan adamlar yardıma gelmişler, benim bakımlı İlyon’u almama engel olan onlar işte…” Agamemnon haksız sayılmazdı. Homeros, Agamemnon’la birlikte gelen bin gemi dolusu askerin nerelerden geldiğini tek tek sayar sonra da karşısında Truvalıları anlatır. Bende İlyada’dan devam edeceğim için yazının devamında bilgiye kurgu da ekleyelim dedim. Yer isimlerini günümüzdeki isimleriyle güncellediğimi de belirteyim.

Hektor büyük bir endişeyle gelen bin gemiyi düşünüyordu. Truva’yı korumak demek tüm Anadolu’yu korumak demekti. Bunun Hektor kadar Anadolu halkları da farkındaydı ve evlerini, yurtlarını, eşlerini, çoluk çocuklarını bırakmış Truva’yı korumak için gelmişlerdi.
Truva’nın tam önünde, ovanın dört bir yanından çıkılan Batieia adında sarp bir tepe vardır. Hektor işte o tepede topladığı liderlerin önünde ayağa kalktı ve konuşmaya başladı:

“Dostlarım bu savaş Anadolu’nun ölüm kalım savaşıdır. Sizler destek için geldiniz. Afrodit, Apollon ve Ares bizim tarafımızda olmasaydı bu kuşatma dokuz yıl sürmez; çoktan eşlerimiz, çocuklarımız, geleceğimiz Akhaların kılıçlarıyla yok olur giderdi…”

Tanrıların desteğinin yanında sizlerin bugüne kadar ki göstermiş olduğunuz büyük kahramanlığın devamı bizleri, Troya’yı yaşatacaktır. Hepinizi bir bir onurlandırmak istiyorum gelecek nesiller bilsin diye, torunlarımızın torunları tanısın diye korumak için Anadolu’yu kimler savaştı kimler öldü.

Troyalılar benim emrimdedir ve savaşın sonuna kadar emrimde kalacaktır. Ey Afrodit’in ölümlü Ankhises’ten oğlu Aineias’ın komuta ettiği Dardanelliler bu zamana kadar şehri çok iyi savundu ve sonuna kadar direnecektir.
Sonra Gönen Sarıköylüler gelir; başlarında Pandaros vardır, Apollon kendi yayını vermiştir ona…

Lapseki, Karaaören, Eceabat’ta oturanlar gelir sonra, Tanrısal Arisbe’nin yurttaşları, başlarında Hyrtakes’in oğlu erlerin başbuğu Asios vardır, Çanakkale Çayı kıyılarından, Arisbe’den kocaman kızıl atların getirdiği Hyrtakesoğlu Asios.
Biga, Küreci, Çamyurt civarlarında Apaisos ülkesinde oturanlar gelir sonra, başlarında kendirden zırh giymiş Adrestos’la Amphios var. Perkoteli Mereops’un oğludur ikisi de. Mereops bilirdi falcılığı herkesten çok iyi, istememişti gitmelerini öldürücü savaşa ama alıkoyamadı oğullarını bir türlü, onları kara ölüm tanrıçaları sürüklüyordu.

Akamaslı yiğit Perioos var Trakyalıların başında, hızla akan Meriç Nehri çevirir topraklarını…
Kargıcı Boru Gölü ile Meriç Nehri arasında yaşayan kahraman Kikonlaların komutanıdır Euphemos, tanrıların beslediği Keadasoğlu Troizenos’un oğlu…
Pyraikhmes komuta eder kıvrık yaylı Panionlara, onlar ta uzaklardan gelmişler, Amydon’dan, uzun kıyılarından Vardar Nehrinin. Vardar Nehri yayılır tatlı bir suyla toprağa…

Erkek yürekli Pylaimenes komuta eder Paphlagonialılara, gelmişler yabankatırlarıyla ünlü Enetlerin yurdundan, Kastamonu Cide’de, Amasra’da otururlar. Parthenios Irmağı çevresinde kurmuşlardır ünlü saraylarını Kurucaşile, Hisarköy Çakraz’dır.

Odios’la Epistrophos komuta eder Alizonlara, ta uzaktan gelirler, gümüşün yurdu Alybe’den
Balıkesir ve Bandırmalıların başında Khromis’le bilici Ennomos var, biliciliği kurtaramaz onu kara ölümden, çevik ayaklı Aiakos’un torunu öldürecek onu, nasıl öldürecekse birçok Troyalıyı ırmak başında…

Phorkys’le tanrıya benzer Askanios yönetir Phrygialıları, uzak İznik Gölünden gelmişlerdir onlar, savaşa girmek için yanıp tutuşurlar.
Mesthles’le Antiphos’tur Manisalıların önderi, Marmara Gölü tanrıçasıyla Talaimenes’in oğullarıdır ikisi de. Buyururlar Manisa Bozdağ’ın eteğinde büyümüş Manisalılara…

Nastes, kaba konuşan Karialıların başında yürür, Milet’te otururlar, yaprağı bol Beşparmakdağlarında, yüksek doruklu Dilek Dağının eteğinde. Önderleri Amphimakhos’la Nastes’tir. Nomion’un iki alımlı oğlu.
Muğlalılara Sarpedon’la kusursuz Glaukos komuta eder, gelmişler uzak Muğla ülkelerinden, anaforlu Fethiye’den gelmişler.
Bunun dışında her bir vilayetten savaşa katılan gönüllüler vardır aramızda…

Daha gelecek olanlarda var ey dostlarım. Amazonların kraliçesi Penthesilea gelecek daha. Uzaklardan ta Kızılırmak’ın denize döküldüğü yerden Samsun’dan yola çıkmış on iki yoldaşıyla, sabırsızca bekleriz bu tanrıça ruhlu savaşçıları… “
Hektor Anadolunun ve Trakyanın çeşitli yerlerinden gelmiş olan her bir lideri tek tek onurlandırdıktan sonra ertesi günkü savaşı ve planları anlattı. Uzun sürecek bu savunmanın en önemli savaşıydı belki.

Amazonlar Kraliçesi Samsunlu Penthesilea Truva’da

Penthesilea, şehre adımını attığında acılardan inleyen Anadolu’yu gördü. Her bir sokakta yaralananları ve büyük bir kaygıyla ölülerine ağıt yakanları gördükçe içini büyük bir sıkıntı kapladı. On iki yoldaşıyla Kızılırmak’tan Truva’ya at sırtında gelmişlerdi. Truva’nın dokuz yıllık savunması sonucundaki halini gördüğünde bunca yolun yorgunluğu hiç aklına gelmedi. Karşısında ölümünü bekleyen bir kent vardı.

Her tarafı silahlarla dolu zırhının içindeki bedenini saran deri onun muhteşem güzelliğini gizliyordu. Kahverengi gözleri hafif buğulanmıştı ama gizlemeye çalışıyordu atıyla Truva sokaklarında ilerlerken. Az ileri de bir asker gördü ve yanında durdu. Hızlı bir şekilde atından indi ve başlığını çıkardı. O sırada dalgalı simsiyah saçları omzunun üstünü çoktan örtmüştü bile. Karşısındaki asker çok kez duyduğu ama ilk kez gördüğü bu kadın savaşçının etkisinden kurtulamamış ağzı açık bakıyordu. Penthesilea hiç vakit kaybetmeden sorusunu sordu: “Ben Amazonların kraliçesi Penthesilea, buraya savaşçılarımla birlikte size destek için geldik. Bizi hemen Hektor’un yanına götürür müsün?” Asker hala ağzı açık şekilde bakıyordu. Penthesilea anladı ki konuştuğu dili anlamamıştı bu asker. Hemen Priam, Hektor isimlerini söyleyip eliyle bizi onlara götür şeklinde işaretler yaptı. Bu sırada asker bilmediği bir dilde onu cevapladı. Bu sırada arkalardan bir amazon bu dili bildiğini söyleyerek yanlarına geldi ve konuşmaya başladı bu askerle..

Az sonra askerle konuşması bittiğinde Penthesilea’ya dönerek askerin Larissa’dan geldiğini ve kendisi gibi Larissa’dan gelen Pelasg soylarının tamamına yakınının öldüğünü söyledi. Liderleri Hippothoos’ta ölenler arasındaydı. Bandırmalıların başındaki Ennomos, Miletlilerin başındaki Amphimakhos’un da öldüğünü eklemişti asker.

Penthesilea daha fazla dayanamadı ve sorusunu tekrarladı: “Priam? Hektor? Bizi karşılamasını beklediğimiz kral ve prens neredeler sor bakalım…”
Asker beni takip edin şeklinde bir el hareketi yaptı ve atına atladı. Amazonlarda atlarına binip takip etmeye başladılar. Biraz sonra Truva’nın tam ortasındaki sarayın önüne gelmişlerdi. Her tarafta dua eden kadınlar, ağlayan çocuklar ve yaralıları pansuman eden hemşireler vardı. Penthesilea atından indiği gibi merdivenlerden tırmanmaya başladı. Saray’dan içeri girdiğinde herkesin ağladığını fark etti. Hemen önüne gelen bir kadına Kral Priam ya da çok yakın dostu Hektor’u sordu. Kadın ileri doğru işaret yaptı. Penthesilea koridoru takip ederek ana salona ulaştığında Kral Priam’ı ve çevresindekileri görebildi sonunda. Arkasındaki on iki amazonla birlikte salona girdiklerinde herkes oturduğu yerden kalktı. Büyük bir hüzün olduğu belli oluyordu ama ortada farklı bir durum var diye düşündü içinden Penthesilea. Kral Priam’ın önüne geldiğinde kral zor da olsa ayağa kalktı ve önünde saygıdan eğilen amazonlar kraliçesine doğru adımını attı. Sonrada eğilmiş olan bu kızı doğrultarak ona çok içten sarıldı. Sarıldığı anda da ağlamaya başladı. Kral Priam’ın hıçkırıklarıyla salondaki herkes ağlamaya başladı. Penthesilea ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ama konuşacak anı bir türlü yakalayamıyordu…

Az sonra Priam tekrar yüzüne baktı kadının ve konuşmaya başladı: “Seni çok büyük bir heyecanla bekledi. Sendeki tanrıça ruhunun Truva’yı kurtaracağına çok inanıyordu. Geldiğinde kurban etmek için yüz davar bile hazırlamıştı. Seni görmeyi gerçekten çok istiyordu. Ancak üzgünüm kızım. Seni karşılamaya gelemedi… Aşil aldı oğlumun gözlerindeki parıltıyı, Hektor’um dün öldü kızım.”
Penthesilea bu haberi duyduğunda dolan gözlerine hakim olamadı. O bir savaşçıydı ve hayatında duygulara yer yoktu ama şimdi yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Koluyla gözlerindeki yaşı sildikten sonra çekti kılıcını ve yüksek sesle konuşmaya başladı:

“Ben Penthesilea, Ares ile Otrera’nın kızı, Hippolyta, Antiope ile Melanippe’nin kız kardeşi ve bir Amazon kraliçesiyim. Geyik avlarken, bir hata sonucu, kardeşim Hippolyta’yı mızrakla öldürdükten sonra tek isteğim ölmek olmuştu. Ben buraya ölmeye geldim ancak size söz veriyorum ki ölürken Aşil’i de yanımda götüreceğim. Onun ölümü benim elimden olacak…”

Aşil, Penthesilea’yı öldürüyor.

Aşil, savaşta Hektor’dan sonra da birçok insan öldürmüştü. Sonunda kendisine meydan okuyan biri daha olduğunu duydu. Savaş alanına gittiğinde bu başlığından gözleri dışında bir yeri görünmeyen bu savaşçının kendi arkadaşı Telamonian Ajax’la çarpıştığını gördü. Biraz izledi bu mücadeleyi.  Gayet iyi dövüşüyordu bu savaşçı ve Hektor’un öcünü almak için bu savaştaydı ama Aşil’e meydan okumuştu, onunla dövüşmesi gerekiyordu. Çarpışmanın tam ortasında Aşil araya girdi ve adamına oradan uzaklaşmasını işaret etti. Meydanda iki kişi kalmıştı şimdi. Aşil ve Penthesilea. Uzun bir çarpışma yaşandı aralarında ancak Aşil rakibinin göğüslüğüne vurduğu bir darbeyle Penthesilea’yı devirdi, ani bir hamleyle de soktu kalbine kılıcını. Aşil bu savaşçının kim olduğunu öylesine merak etti ki ilk işi yerde yatan savaşçının miğferini çıkarmak oldu. O anda kahverengi gözler ve simsiyah saçlarıyla Penthesilea’nın güzelliğini gördü ve çok şaşırdı. O an büyük bir aşkla baktı ona, yüreği daraldı. Dünya durmuştu Aşil için, içi pişmanlık ve üzüntüyle dolmuştu. Amazonların kraliçesi bedenini Truva’da bırakmıştı Hektor gibi…

Son

Atatürk’ten geriye doğru 3200 yıllık yolculuğumuz burada bitti. Şimdi tekrar Başkumandanlık Meydan Muharebesine gelelim. Mustafa Kemal yanındaki subaya der ki: “Hektor’un öcünü aldım.”

Aslında Atatürk sadece Hektor’un değil Amazonlar Kraliçesi Samsunlu Penthesilea‘nın, Truva Kralı Priam’ın, Gönenli Pandaros’un, İznikli Askanios’un, Manisalı Mesthles’le Antiphos’un, Kastamonulu Adrestos’la Amphios’un, Trakyalı Perioos’un ve tüm diğer Anadolu halklarının öcünü almıştır.

Doğu ile batının savaşı günümüzde de tüm şiddetiyle devam etmektedir. O yüzden şimdilerde kim Hektor, kim Aşil adına çalışıyor, kim Truva Atı? Bunu da okuyucunun takdirine bırakıyorum.

Ne demiştik;  “gelecek, geçmişin içinde saklıdır, görebilene…”

Alıntıdır

14 Ağustos 2019 Çarşamba

Türkler taş taşımakta çok iyiler!




Yıl 1857

Knidos açıklarına İngiliz Kraliyet Donanmasının “Supply” isimli bir savaş gemisi demir attı.
Gelen arkeolog Charles Thomas Newton’du.

Yanında 200 tayfa ve 2000 sterlin vardı.
Charles Newton, çift kürekli küçük bir keşif teknesiyle Knidos sahillerine çıktı ve kampı kurdu.

Köylüler hemen Mehmet Ali Ağa’ya haber ulaştırdılar.

Başka kime gitsinler.

Belediye yok, kaymakam yok, jandarma yok.

O yıllarda ağa demek devlet demek.

Devlet demek ağa demek.

Ağa önce bir haberci gönderdi, Newton’a.

Haberci yanında hediye olarak 10 tavuk getirmişti.

Ardından Mehmet Ali Ağa ve adamları Knidos’a ulaştı.

Onların yanında da yine hediye olarak bir koyun, onlarca yumurta, bal ve incir vardı.

Hırsız hediyelerle karşılandı.

Charles Newton derdini anlattı.
Kazılar için Mehmet Ali Ağa’dan 100 adam istedi.

Ağa, hemen kabul etti.

Ancak, onun da Newton’dan iki isteği vardı.
Biri, Reşadiye’de yapacağı cami inşaatı için Knidos’tan çıkacak taşlar.

Diğeri, düşmanı olan Muğla Ağası’nın İzmir paşası tarafından uyarılması için destek.
Newton “bakarız” dedi.

Bir kaç gün sonra Mehmet Ali Ağa, Datça köylerinden iri yapılı 100 insanı Knidos kazılarında çalışmaları için Charles Newton’a verdi.

Newton işçilere çok düşük ücret veriyordu.
Ancak, işçiler parayı aldıkları zaman şaşırıyordu.

Çünkü çoğu hayatlarında ilk kez para görmüştü.
Charles Newton bir ara 50 Datçalı işçiyi bir süreliğine Didim’deki kazılara götürmüş, o işçilerden çoğu hayatlarında ilk kez yarımadadan dışarı çıktıklarını söylemişti.

Mehmet Ali Ağa’nın desteği ve onun emrine verdiği 100 Datçalı ile Newton 384 günde Knidos’u talan etti.

10 tonluk Knidos Aslanı ve Oturan Demeter heykellerinin çıkarılması ve 212 sandık tarihi eserin gemiye taşınmasında hep Datçalı köylüler çalıştı.

Soyulduklarını bilmiyorlardı.

Devlet onları ağaya teslim etmişti.

Boğaz tokluğuna çalışıyorlar, İngilizler ne derse yapıyorlardı.

Newton anılarında Datçalı işçilerin çok iyi çalıştığını söyleyerek, onlardan övgüyle söz etti.

Aradan 162 yıl geçti.

Yıl 2019.

Kanadalı maden şirketi Alamos Gold devletin verdiği izinle Kaz Dağlarını yerle bir ediyor.
Yüzlerce dönümü kazdılar, yıktılar.

Siyanürle toprağı, nehirleri, yeraltı sularını zehirlediler.

195 bin ağacı kestiler.

Geleceğimizi yok ediyorlar.

Ve bu katliamı Türk işçileriyle yapıyorlar.
Devletin asgari ücrete mahkum ettiği Türk işçilerle.

Tıpkı, Knidos'u soyan Charles Newton gibi Kanada şirketi de Türk işçilerden çok memnun.
Şirketin CEO'su John McCluskey geçtiğimiz günlerde bizim işçilerimizi övdü.

"Türkler taş taşımakta çok iyiler!"
(Alıntıdır)

Soyu devam etmeyenler

Anatomisini 200.000 yıl önce afrika'da tamamlayan ve günümüze yakın modern davranışlarına 50.000 yıl önce kavuşan insan, beyin olarak aynı hızla evrilseydi şu anda galaksiler arasında rahatça seyahat ediyorduk.

İkinci Mısır İmparatorluğu dönemi fizikçi ve gök bilimci Kamose-Menes, anıt mezarların ve piramitlerin ölümden sonra kimseyi canlandırmayacağını söylediği için öldürüldü, soyu devam etmedi. Keza antik Mısır'da, Amentebat; ''insanları mumyalayarak öbür dünyaya gönderemezsiniz'' dediği için ailesi ile birlikte yok edildi.

Romalı Flavus Lucretius Claudius, matematikçi, gökbilimci ve filozof; soyu devam etmedi mesela.

Britanya İmparatorluğu dönemi Kelt bilim adamı Roger Bacon, Fransisken öğretisini eleştirdiği için öldürüldü. Soyu devam etmedi.

Giardano Bruno, italyan filozof. Kapalı Evren görüşünden ilk sıyrılanlar arasında. Roma'da kazığa bağlanıp, diri diri yakıldı. soyu devam etmedi.

Sadece engizisyon mahkemelerinde 50.000 aydın, düşünür, filozof yakıldı. Soyları devam etmedi.

Paleotik Çağ'dan itibaren son 40.000 senede ''bu nasıl bir inanç, bu nasıl bir ritüel, bu nasıl bir anlayış, bu nasıl bir devlet, bu ne saçmalık'' diyen 143.000.000 değerli insan öldürüldü, hiç birisinin soyu devam etmedi. soyları devam etseydi bugün dünya nüfusunun %35'i üstün zekalıydı. Endülüs ve İskenderiye kütüphaneleri yanmamış, destekleyenler de öldürülmemiş olacaktı.

Akşam sokağa çıkınca bakın hepimiz geride kalan manasız kısmın torunlarıyız.
Şu dönemde burada olmamalıydık, ama akıllı nesil tarih boyunca öldürüldü .
Çok ama, çok az deha çıkmış aramızda, onlar da oldukça yalnız ve zor hayat yaşadılar ve yaşıyorlar.

İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı?


YAYLADA SICAK BİR YAZ GÜNÜ

Sıcak bir yaz günü, yaylada, ak sakallı, uzun saçlı bir derviş, elinde bastonu, diğer elinde bir tespih ile, tek tek sayarak ve Allah'ın adını anarak yürüyormuş...

Zaman sonra yolun karşı tarafından eteğine bir şeyler doldurmuş, hızlı hızlı yürüyen genç kadını görmüş. Merak etmiş ve genç kadını durdurmuş;

-''Merhaba kızım, nasılsın? Nereye gidiyorsun böyle hızlı hızlı?''

-''Sevdiğim adam biraz ileride bahçede çalışıyor. O çok erken kalktı, şimdi yorulmuştur, ona bizim bahçeden tatlı eriklerden topladım, götürüyorum, yesin diye...''

-''Kaç tane erik var orada? ''diye merakla sormuş ak sakallı yaşlı derviş.

Kadın biraz duraklamış, sonra ;

-''İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı amca?'' demiş...

Bu cevabı duyan derviş biraz duraksamış, sonra iki adım yürümüş ve arkasından elinde tek tek tanelerini saydığı tespihi koparıp atmış...

[https://www.facebook.com/groups/229477240827445/]

ABD Başkanları Beyaz Saray’a kira ödemez ama...




1981 yılında ABD Başkanlığı görevine başlamasından yaklaşık bir ay sonra dönemin ABD Başkanı Ronald REAGAN ve eşi Nancy REAGAN, Beyaz Saray’da akşam yemeğini yedikten sonra hiç beklemedikleri bir sürprizle karşılaşırlar...

Görevli garson yemeğin faturasını getirmiştir, yani hesabı. Baş kahyanın bir garsonla gönderdiği hesap faturasında sadece o akşamın değil, son bir ayın bütün yemeklerinin hesapları da yer vardır.

Gelen hesapta, sadece yemekler değil…

Ağırladıkları kişisel misafirlerin, bir aydır kullandıkları kuru temizleme hizmetinden, diş fırçaları, diş macunları, temizlik malzemeleri ve parfümeri ve makyaj malzemelerine kadar bütün kişisel malzemelerin ücreti de faturaya miktarlarıyla beraber kaydedilmiştir...

Ronald REAGAN, hesabın büyüklüğüne şaşırsa da görevlinin getirdiği faturayı gülümseyerek alır ve muhasebeye maaşından ödenmesi talimatı verir...

Kocasının aksine Nancy REAGAN’ın şaşkınlığı çok daha büyüktür. Anılarında,

'‘Hiç kimse bize Başkan ve eşinin Beyaz Saray’da yaşarken yedikleri yemeklere ve kullandıkları günlük malzemelere para ödemek zorunda olduklarından bahsetmemişti.’ diye anlatıyor o şaşkınlık anını...

ABD eski Başkanı Bill CLINTON'ın eşi Hillary CLINTON'ın, bu yıl yayınlanan “Hard Choices” adlı kitabının tanıtım ve imza gezilerinden birinde, Beyaz Saray’dan ayrıldıkları zaman, ‘borç içinde ve beş parasız olduklarını’ söylemesi, sosyal medyada büyük yankı yapmıştı...

Hillary CLINTON, sekiz yıl kaldıkları Beyaz Saray’dan taşınınca Washington DC’de ve New York’ta mortgage kredisiyle iki ev aldıklarını, bu kredi ile kızları Chelsea’nin Stanford Üniversitesi parasının kendilerini, 2001 kışında 12 milyon dolar borcu olan olan bir aile haline getirdiğini anlatacaktı...

Peki, 8 yıl boyunca yıllık ortalama 500 bin dolar maaşı olan ve kira gideri olmayan bir aile niçin Beyaz Saray’dan beş parasız ayrılacaktı?...

ABD Başkanları Beyaz Saray’a kira ödemez, ama onun dışındaki her şey maaşlarından kesilir...

Beyaz Saray, devletin ABD Başkanı için tahsis ettiği misafirhanedir ve orada 4 ya da 8 yılını geçirmek zorunda olan her aile, kendilerinin ve kişisel misafirlerinin bütün masraflarını kendisi karşılamak durumundadır...

Sadece resmi devlet konuklarının ağırlanma masrafını Amerikan vergi mükellefleri öder...

Geri kalan kişisel mutfak giderleri, hizmet ve malzemelerin ücreti Başkan ve ailesine aittir...

Başkan takım elbiselerinin kuru temizleme ücretini kendisi ödemek zorundadır...

Konutun başkan ve ailesinin kaldıkları kısmındaki temizlikçi, garson ve hizmetçilerin çalıştıkları süredeki saat ücretini de başkan öder...

Kısacası, kira ve elektrik faturası dışında kendileri için harcanan her kuruşu devlete ödemek zorundadırlar...

Çünkü, ABD bir monarşi değil bir cumhuriyettir ve bu konut da bir ‘saray’ değil bir evdir...

Washington DC’de ‘’1600 Pennsylvania Avenue’’ adresinde bulunan dünyanın bu en ünlü evinin adı Türkçe’ye yanlış şekilde ‘Beyaz Saray’ diye çevirilmiş olsa da, aslında İngilizce’deki orijinal adı ‘White House‘ yani ‘Beyaz Ev‘dir.

Ve ABD’ye devlet başkanı seçildi diye kimse, devletin parasını keyfince harcayamaz. Sadece bu ev içinde de değil her yerde…

ABD Başkanı, şehir dışı tatil masraflarını, haftasonlarını geçirmek istediğinde Camp David’teki dinlenme evinin haftasonu masraflarını kendi cebinden karşılamak zorunda.

Yine örneğin başkan, ABD Başkanlık uçağına, devlet delegasyonundan olmayan tek bir kişi bile bindirecekse, (kardeşi bile olsa), bir ticari yolcu uçağının ‘first class’ uçak bileti miktarınca devlete para ödemek zorundadır.

Gerald FORD’dan George W. BUSH'a kadar 6 başkan döneminde bu evin ‘baş kahyası (chief usher)’ olmuş Gary WALTERS'ın deyişi ile, başkan ve ailesi bu evin 4 veya 8 yıllık kira sözleşmesine sahip kiracılarıdır...

İstedikleri yemekler pişirilir, malzemeler ve ürünler istedikleri markalardan seçilir ama parasını Amerikan halkı değil, Başkan ve ailesi maaşlarından öder...

Ve doğal olarak fiyatın yüksekliğine alışmaları zaman alır...

Çünkü başkanlar ve ailelerine verilen hizmet 5 yıldızlı otel kalitesinde olduğu gibi başkanın bunlar için ödeyeceği para da 5 yıldızlı otel fiyatları düzeyindedir...

Devlet konutu diye cüzi ücretlendirme yapılmaz. WALTERS, ‘yemek, hizmet ve malzemelerin pahalı olduğundan yakınmayan tek bir first family ''İlk aile'' hatırlamıyorum’ diyor...

George W. BUSH’un eşi Laura BUSH da,

“Spoken from the Heart” adlı anı kitabında, Beyaz Saray’da yaşamanın ne kadar pahalı olduğundan yakınıyor...

Onu en çok zorlayan konulardan biri de, her gün saçlarını yapan kuaföre, devleti temsil edeceği törenlere giderken bile olsa, ücretini kendisinin ödemesi olmuş...

Bayan BUSH kitabında, faturanın aylık geldiğini ve Başkan ve eşi ile iki kızının bütün yemeklerinin, kullandıkları bütün kişisel malzemelerin, kuru temizleme dahil tüm hizmetlerin, garsonların ve temizlik görevlilerinin saat başı ücretinin, özel misafirlerinin tüm masraflarının bu faturada yer aldığını yazıyor...

‘’Ülkenin First Lady’si olarak giyeceğim kıyafetlerin de özel tasarım olması gerektiği şartı vardı ama elbisenin ücretinin yanı sıra bu tasarımların ücreti de yine benden tahsil ediliyordu.’’

ABD Başkanlarının maaşına en son 1999 yılında zam yapıldı. Buna göre ABD Başkanın çıplak maaşı yıllık 400 bin dolar civarında. 50 bin dolar da görev tazminatı ödenir.

Bu her iki ödemede vergiye dahildir. Başkan bunların gelir vergisini ödemek zorunda...

Bunların yanı sıra başkanın gezileri için, vergiden muaf yıllık 100 bin dolar harcırah ödenir...

Ancak, Beyaz Saray faturasının yüksekliği göz önüne alındığında bir ABD Başkanı, maaşının neredeyse tamamını aylık giderlerine harcar...

Yani ayrıca bir serveti yoksa, Beyaz Saray’da ‘ucu ucuna’ yaşamak durumunda…

Belki de bu yüzden Başkan Gerald FORD, Beyaz Evi, ‘Bugüne kadar gördüğüm en lüks sosyal yardım konutu’ diye tanımlamıştı...

Beyaz Ev, kompleks bir yapıdır. Aynı anda hem bir konut, hem bir müze ve hem de bir devlet dairesidir...

ABD dünyanın süper gücü olmasına rağmen, Beyaz Ev, dünyadaki en büyük devlet başkanı sarayı değil, aksine büyük devletler içindeki en küçük devlet başkanlığı konutlarından biridir...

Sadece bir katından, dünyanın en büyük devletinin yürütme organı yönetilir...

”1700’lerin dünyasında 13 kolonili devlet için inşa edilmiş, bugün dünya lideriyiz. Bu ihtiyaca uygun çok daha büyük bir saray yapalım.” diyen tek bir başkan bile olmamıştır tarihinde....

Kimsenin aklına böyle bir şey gelmez. Çünkü, Beyaz Ev, ABD demokrasisinde ‘devamlılığın’ da sembolüdür...

Ve yine Beyaz Ev, kendi toplumundan izole bir yer de değil. Dünyada, içinde başkan yaşadığı halde halkının ziyaretine açık tek devlet başkanlığı konutudur...

Çünkü Amerikan tarihinin en önemli kültür müzesidir. Haftalık ortalama ziyaretçi sayısı 30 bindir...

Başkanın penceresinin bir kaç on metre uzağındaki bahçe demirliğinin önü ise ABD’nin en ünlü gösteri ve protesto yeridir...

Beyaz Ev, başkanlar için kalıcı bir ihtişam ve keyif sarayı değil geçici bir barınma ve hizmet yeridir...

Başkan Truman’a göre, ‘dışı çok gösterişli bir hapishane‘den başka bir şey değildi...

Ronald Reagan ise, buradaki yılları boyunca kendisini sürekli bir akvaryum balığı gibi hissettiğini anlatır...

Michelle Obama da geçtiğimiz yıl, ‘’çok iyi dekore edilmiş bir hapishane’’ olarak niteleyecekti...

Bu eve kiracı başkanlar aileleriyle gelir geçer. Mülk sahibi Amerikan halkıdır...

[https://www.facebook.com/groups/229477240827445/](https://www.facebook.com/groups/229477240827445/)

Fotoğrafa baktığınızda ee ne var bunda şimdi diyorsunuz?




FOTOĞRAFA BAKTIĞINIZDA EE NE VAR BUNDA ŞİMDİ DİYORSUNUZ?

200 metrede altın ve bronz madalya kazanan Amerikalı iki siyah atletin, Tommie Smith ve John Carlos’un siyah deri eldivenli yumrukları havada, başları önde posteri yıllarca hayal dünyamızı ve asıl oda duvarlarımızı süslemişti.

İtiraf ediyorum ki, Aynur Çağlı’nın o muhteşem haberini okuyana kadar aynı karede önde duran, gümüş madalyalı Avustralyalı beyaz atlete hiç dikkat etmemişim. Adı Peter Norman imiş...

İşte bu atlet geçen hafta öldü. Haberin ve konunun tekrar gündeme gelmesinin sebebi budur.

Gelelim hikayeye...

Mexico City’de 200 metre finali koşulmuş. Amerikalı (siyah) atletler Tommie Smith ile John Carlos birinci ve üçüncü gelirken, ikinciliği Avustralyalı (beyaz) Peter Norman kazanmış.

Madalya töreni için bekledikleri sırada, Carlos, Peter Norman’ın yanına gelerek sormuş:

- İnsan haklarına inanıyor musun?
- Evet, inanıyorum.
- Peki ya Tanrı’ya?
- Bütün kalbimle...

Bunun üzerine, iki siyah atlet kafalarındaki eylem planını açıklamışlar, Norman tereddütsüz katılmış:

- Ben eyleminizi destekleyeceğim, bana ne yapmam gerektiğini söyleyin!

İlk defa, o günler için müthiş bir provokasyon hatta devrim sayılacak bir eylem planlıyor iki genç adam: Amerika’daki ırk ayrımcılığını ve siyahlara reva görülen fakirliği ve ikinci sınıf vatandaşlığı protesto edecekler... Ama nasıl?

Fikir Norman’dan geliyor: bir çift siyah deri eldiven buluyorlar, sağ tekini Tommie, sol tekini John eline geçiriyor; fakirliği sembolize etmek için çıplak ayakla kürsüye çıkıyorlar, başları kederle öne eğik, sıkılı yumruklarını havaya kaldırıyorlar. Önlerinde duran beyaz atlet Peter Norman da, dayanışmasını göstermek için kalbinin üstüne ‘İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi Hareketi’nin kokartını iğneliyor.

Amerikan milli marşı çalarken plan icra ediliyor ve eylem koyuluyor.

Ve tabii (hatırlıyorum) dünya birbirine giriyor. Amerika ayağa kalkıyor. Olimpiyatlar bile gölgede kalıyor, dünya gazeteleri yumrukları havada siyah atletlerin fotoğrafını birinci sayfadan veriyor...

Amerikan Olimpiyat Komitesi iki siyahın spor kariyerini o saniye bitiriyor. Eylem amacına ulaşmış, Amerika’daki zenci azınlığın durumu dünya gündemine girmiştir. Smith ve Carlos spor hayatlarını (ve buna bağlı olarak geleceklerini) feda etmişler ama dünya tarihine geçmişlerdir. Dünyadaki yüz milyonlarca ezilmiş siyahın ilahı haline gelmişlerdir.

Peki ya Avustralyalı beyaz Peter Norman?

Meslektaşım Aynur’un anlattığına göre, Norman’ın da hayatı kararmış.

Tommie Smith diyor ki:

“Peter, bir beyazdı. O günlerde siyahların haklarını savunma cesareti gösteren, onurlu ve belkemiği sahibi beyaz çok azdı. Peter, Avustralya’ya döndüğünde kimse yüzüne bakmadığı gibi, herkes tarafından yargılandı. Onun da atletizm kariyeri bitti, spor çevrelerinden dışlandı. Tehditler, işsizlik ve tecrit nedeniyle öyle sıkıntılı günler yaşadık ki, üçümüzün de ilk evliliği sona erdi.”

Avustralya Devleti Norman’ı ölene kadar affetmemiş ama... Norman intikamını mezara götürmüş: 1968 Olimpiyatları finalinde ikinci olurken kırdığı 200 metre Avusturalya rekoru hâlâ, 38 yıl sonra kırılamamış.

Ölene kadar süren ‘eylem kardeşliği’...

İki amerikalı ve bir Avustralyalı ‘lanetli’ atletin o gün başlayan ‘eylem kardeşliği’ ve dostlukları ömür boyu sürmüş. Aradan geçen 38 yıl boyunca, yazışmışlar, buluşmuşlar, görüşmüşler.

Ta, geçen hafta, Peter Norman evinin bahçesinde kalp krizi geçirip 64 yaşında ölene kadar.

Ve şimdi, fotoğrafın sağına tekrar bakın

Melbourne’de yapılan cenaze töreni. ‘Onurlu beyaz atlet’ Peter Norman’ın tabutu, Tommie Smith (solda) ve John Carlos’un omuzlarında ..
(Alıntıdır)

11 Ağustos 2019 Pazar

Bursa Emniyet Müdürlüğüne yaptığımız yıldız

Sipariş: 0542 462 5958

Çap:140 Cm 
Malzeme: Fiberglas döküm (Polyester)








Atatürk




SEN KALK;
"Osmanlı Ordusunu Libya'da Yönet"
"Tobruk'u Kazan..
Derne'yi, Libya'yı İtalyanlardan Gözün Gibi Koru"

"Çanakkale'ye geç... Dört Alayı Birden Yönet, Akıl Almaz Taaruzlarınla Savaşı Kazan"

"PADİŞAH SANA ŞEREF MADALYALARI VERSİN"..
"Oradan Diyarbakır'a Geç.. Muş'u, Bitlis'i Ruslar dan Kurtar"
"Filistin de Komutanı bile Olmadığın; AÇ, SUSUZ, CEPHANESİZ Askerleri Toroslar a Çekip Kurtar"
SONRA..............

Samsun'a Çık...
"AYNI ASKERLE MİLLİ MÜCADELE BAŞLAT"...
Amasya’da Erzurum’da Sivas’ta Kongreler Yap,
"MANDA KABUL EDİLEMEZ..
YAŞASIN BAĞIMSIZLIK" De...

İzmir ve Eskişehirdeki; YUNAN'I;
Konya'daki; İTALYAN'I;
İstanbul'daki; İNGİLİZ'İ;
Antep'teki; FRANSIZ'I
TOPRAKLARINDAN DEFET....

YENİ BİR DEVLET KUR...

BAŞINA GEÇ, YÖNET VE KALKINDIR...

ÇOBANDAN MÜHENDİS, BATAKLIKTAN FİDAN ÇIKART;
SAYGIN BİR VATAN VE BAYRAK ÇIKART....

80 SENE SONRA...
Bir tarih bilmez çıkıp;
Sana "AYYAŞ" Desin....
KURBAN OLURUM BEN BÖYLE AYYAŞ'A.