Translate

30 Nisan 2010 Cuma

ÖĞRENCİLERİM- Karakalem

Kadri Öner (8-B 851)
Gizem Gül Saka (6-A 1067)
Büşra Nur Aslan (6-A 752)
Buse Atlamaz (6-B 577)
Yağmur Esra Çavuş (6-B 165)
Tamer Soyaldı (8-C 278 )
Özge Kaya (7-B 1115)

Teknoloji ve Tasarım Dersi öğretmeni olarak görev yaptığım,
Adana-Çukurova Hoca Ahmet Yesevi İlköğretim Okulunda
zaman zaman karaladığım öğrencilerimin,
canlı model karakalem (grafit ve Kömür) resimlerinden bazıları.

17 Nisan 2010 Cumartesi

Ayhan Türker Resimleri


Ayhan Türker
Bir İstanbul İzlenimcisi
,
İstanbul İzlenimciliği

İzlenimcilik (empresyonizm), dayandığı görsel ilkeler ve kullandığı teknik açısından türdeş (homojen) bir akım olarak görülmüş ve yorumlanmış olsa bile, farklı ülkelerde ya da yörelerde, coğrafyanın yapısına, yaşam biçimlerine, beğenilerine ve iklimlere göre birtakım ayrımları, örtük biçimde de olsa açığa vurmuştur. Bizi, karşımızdaki resmin "izlenimci" olduğu yargısına götüren, resmin genellikle doğadan yapılmış olması, özgür bir paleti yansıtması, ışığın nesne üzerindeki yansımalarına açık olması, siyah ve gri gibi tonları dışlamış olmasından kaynaklanan iyimser tavırdır. Türk ressamları, denebilir ki, izlenimci sanatı, biraz da kendi deneyimleri, araştırmaları ve görsel birikimleri doğrultusunda keşfetmişler, Çallı kuşağının resimlerinde soyutlaşmış biçimde karşımıza çıkan pratiğinden otuz-kırk yıl kadar önce, asker ressamlar kuşağının yapıtlarında, bu "Keşf`in öncül örnekleri olarak sunulmuşlardır. Bu ressamlar, sanat eğilimlerini izlenimci disiplinin uygulandığı atölyelerde yapmadıkları halde, bu disipline doğuştan hazır bir konum içinde görünmüşlerdir. Doğadaki rengin kaynağı olarak ışık, Türkiye`deki doğa ressamları için, varlığını hep hissettirmiş bir olgudur. Türk resmindeki armoni sistemleri, bu doğal ışığın paralelinde gelişirken, bu gelişmeden en fazla doğa resimleri (peyzaj) kazançlı çıkmıştır.

Ayhan Türker ya da bir sanatçının oluşum süreci

Çağdaş resim sanatımızın, 1910 kuşağından bu yana oluşma aşamaları geçiren çizgisi üzerinde, izlenimcilik yönündeki birikimler, her zaman etkili olmuş, asker ressamlar kuşağından sonra "sivilleşme" yönündeki gelişmelerde, bu birikimler işlevsel bir rol üstlenmiştir.
Çallı grubunun sanatsal etkinliği, zaman içinde işlerliğini sürdüren ve yenilikçi tavrını her zaman gündemde tutmuş olan bir görüş üzerinde temellenmekteydi: Doğa tükenmez bir esin kaynağı ve çalışma alanıydı.
Ayhan Türker`i, bu ikinci görüşü benimseyen sanatçılar arasında değerlendirmek gerekir. Ancak onun, doğa resmine yönelik ilgisi, erken döneminden başlayan ve süreçsel bir etkinlik olarak, sonraki dönemleriyle bütünleşen bir olgu halinde karşımıza çıkmaz. Sanata, küçük yaşlarından itibaren yakınlık duymaktaydı. İlkokul öğretmeni olan babasının, uzak bir Anadolu kasabasında (Çermik), Ayhan Türker`in yararlanabileceği kitap ve dergileri bulup getirmekte, atak bir aydın yaklaşımı içinde bulunmasının, oğlunun yetişmesinde payı olduğu anlaşılıyor.
Lise yıllarına gelinceye kadar, pek çok sanatçının çocukluk anıları arasında değişmez bir başlangıç oluşturan ilk yönelişler, Ayhan Türker için de söz konusudur: Kartpostallardan kopya yapmakta, dergilerde yayımlanan resimli roman kahramanlarının ve ünlü sinema oyuncularının fotoğraflarını kareleyerek büyütmektedir.
Lise yılları, olumlu rastlantılarla bir dönemeç oluşturacaktır. Önceleri "fevkalade bir maharet" ürünü saydığı fotoğrafa benzetme kaygısının, gerçek sanat üretimiyle doğrudan bir ilişkisi olmadığı gerçeğinin farkına varacak, bunda, resim öğretmeni Turan Erol`un büyük katkısı olacaktır. Resme tutkun öğrencilerin başında ise, Ayhan Türker gelmektedir. Daha o yıllarda, aceleci, gergin bir tavır sergileyen bu delikanlının, "çocuksu hiçbir yanı olmayan, yetişkin bir sanatçı elinden çıkmışa benzeyen" resimleri, Turan Erol`un dikkatini çekmektedir. Ayhan Türker`in arkadaşları arasında yağlıboya resme ilk yönelen kişi olması da, hocasının bu gence daha fazla zaman ayırmasına neden olacak.
Lise öğrenimini bitirdikten sonra, Yüksek öğrenim için İstanbul`a gelen Ayhan Türker, ailesinin bilgisi dışında Güzel Sanatlar Akademisi`nin resim bölümü giriş imtihanını kazanarak bu bölüme kaydını yaptırdı.
Ayhan Türker`in Güzel Sanatlar Akademisi dekoratif sanatlar bölümüne yazılması, resimle dolaylı ilgisi bulunsa bile, resmin dışında bir dal seçmesi ilk bakışta yadırgatıcıdır. Turan Erol`un hiç bir öğrencisine, resim dalında öğrenim görmeye özendirici bulunmamış olmasının, bu seçimde payı olabilir miydi? (yine o yıllarda, Turan Erol`un öğrencisi olan Burhan Temel, hocasına resim dalında öğrenim görmek için Akademi`ye yazılmak istediğini söyleyip onun görüşlerini almak için görüştüğünde, Turan Erol`un yanıtı hiç de özendirici yönde olmayacaktır. "bu bir rıza lokmasıdır.")
1960`ta Güzel Sanatlar Akademisi, İç Mimarlık Bölümü`nü bitirmiş bir iç mimardır. Anakara`da iki yıl sürecek olan askerlik görevini tamamlamış ve İstanbul`a genç bir meslek adamı olarak iki yıl sürecek olan askerlik görevini tamamlamış ve İstanbul`a genç bir meslek adamı olarak dönmüştür. İki yıl kadar, bir dekorasyon mağazasında "dekoratör" olarak çalışacak, yaşam arkadaşını seçecek, resme yeniden dönüşü de bu mutlu olay nedeniyle gerçekleşecektir: Canan Hanım Kandilli`lidir. Resimlerinin çoğuna, o yıllarda konu oluşturan Boğaziçi, böylece ilgi alanı içine girecek ve bu ilgi, yıldan yıla artan bir doğa tutkusuna dönüşecektir.
Akademi`deki öğrencilik yıllarında, banka reklam grafikeri, film afişleri yaparak resim pratiğini canlı tutacak girişimlerden uzakta kalmamaya çalışmıştı. Ayhan Türker, sinema afişlerinden ve reklam grafiklerinden para kazanırken, "gerçek mesleğinin dışında sayılan" resim konusunda da kendini yetiştirmeye çalışmaktadır. Sürekli olarak kendini "yontmak"ta, meslek yaşamına atılarak, ister istemez ikinci plana ittiği resim sanatına daha fazla zaman ayırmaya özen göstermektedir. Resim, onun içini kemiren bir "kurt"tu. Resimden kopamayacağını, onu, yaşamının "vazgeçilmez parçası" olarak kabul etmesi gerektiğini biliyordu.
10 yıl kadar uzun süren bir aradan sonra yeniden döneceği resim, nasıl bir resim olacaktı? 1980`ler de farklı eğilimleri ve sanat anlayışlarını bir arada yaşatan koşullar, her türden sanat yapıtına yaşama şansı tanımaktaydı. Resim sanatının geçmişteki birikimleri karşısında saygılı bir tavır takınmayı, sanatçı olmanın vazgeçilmez gereklerinden biri, belki de başlıcası saymakta ödünsüz bir görüşü öteden beri benimsemiş olan Ayhan Türker`in, bu görüşünü haklı çıkaracak bir tekniği benimsemesinden daha doğal bir şey olamazdı. Ona göre eski ustaları yok saymak ya da küçümsemekle bir yere varılamazdı. Sanatçı kuşakları arasındaki köprülerin atıldığı yenilikçi eğilimlerin her tür "minnet" duygusunu hiçe saydıkları bir dönemde sanatçı sorumluluğunu yeniden gündeme getirecek bir tutumu benimsemekle, Ayhan Türker bir anlamda "ahde vefa" duygusuna sahip çıkıyordu. Gene kendi deyimiyle "zor olanı becerebilmenin erişilmez zevki`ni arayacaktı. Doğa ile sanat arasında koşutluklar kurulmuş olan Cezanne`ın yolundan giderek, bu güçlüğün üstesinden gelecekti. Kararı kesindi Türker`in: Ne doğayla bire bir çakışacak, ne de ondan ayrılacaktı.. Önceleri, asıl mesleğinden arta kalan zamanlarda çalışma olanağı aradığı, daha sonra ise, bu olanağı genişleterek kimi zaman bütün gününü ayırdığı resim, özellikle 1990`lı yıllarda temel uğraşı olma düzeyine yükselince, üretimde buna koşut olarak yoğunlaştı. Çalışmalar yoğunlaştıkça, çözümlemekte zorlandığı koşullarla kaşı karşıya geldikçe, bu işe gerekli zamanı verememiş olmanın burukluğunu içinde duyumsamış olsa bile, kendine usta olarak seçtiği sanatçıları daha yakından izleyerek, sürekli çalışarak mesafe almakta direnmesi, bu çözümleri olanaklı düzeye getirmekte etkili oldu.
İlk kişisel sergisini, İstanbul`da Vakko Sanat Galerisi`nde açar. 1990`lı yıllarda Ankara`ya da taşıdığı sergilerinin, bu kısa süreç içerisinde bir ilgi çemberi yaratmış olması, söz knusu açılımın, amaçladığı kesimi bulmakta zorlanmadığı gerçeğine de ışık tutmaktadır.

Gerçekliğin İzlenimsel Yansıması

1960`lı yılların tarihlerini taşıyan ilk denemeler, portre türüne aittir. Karton üzerine guaj ve yağlıboya, kağıt üzerine kurşunkalem ve karışık teknikle oluşturduğu bu portrelerde, kendi çehresinin doğal çizgilerini yansıtır. Eşi Canan Hanım`ı model aldığı aynı dönemin portrelerinde de, bu kaygıyı sezinlemek mümkündür. Portre nedeniyle, resimsel bir yoruma yönelmez bu çalışmalarda, klasik bir portreci yaklaşımının zorunlu kıldığı ölçülere bağlı kalır; karakteristik çizgileri öne çıkarmaya çalışır, çehrenin anatomik yapısını belirleyici öğelerini, kalemin ya da fırçanın uyumlu gezinişi içinde yansıtmaktan yana bir durum sergiler. İpek, Pınar ve Barış`ın portreleri de bu çizgidedir.
Öteki çalışmalara oranla, portrenin erken tarihlerde etkin bir tür olarak kendini göstermesini, sanatçının yakın çevresindeki kişilerin ısrarlı taleplerine bağlayabiliriz. Bunun ötesinde portre, başka türlere göre, daha "intim" bir çalışma olması bakımından, Ayhan Türker`in de tercihlerine uygun düşmüş olabilir. Yaklaşık yüz yıllık süreçte, otoportre denemesine girmemiş sanatçıya hemen hemen rastlamamış olmamız, Türk ressamlarının, önce en yakınlarında bulunan (kendilerinden) başlayarak, insan çehresinin farklı yapılarını keşfetmek için, meraklı bir geziye çıkmaktan hoşlandıklarını kanıtlar. Peyzajın ve ölüdoğa (natürmort) resimlerinin de kuşkusuz önemli bir yeri vardır. Ayhan Türker`in portrenin yanı sıra, hatta ondan daha fazla, bu iki türe yönelmiş olmasında daha doğal bir şey olamazdı.
Gerçekten de önce; peyzaj, onun arkasından ölüdoğa resimleri, Ayhan Türker`in 1970`li yıllardan itibaren yoğunlaşan çalışmaları arasında, onun kimliğini ve kişiliğini en somut biçimde belgeleyen türler olarak ilgimizi çeker. her iki tür için kullandığı teknik. suluboya ve yağlıboyadır. Bu iki teknik arasında, kesin bir seçim ya da tercih yapmaz. Yağlıboya resimlere göre, suluboyalar daha "spontan" izlenimler yansıtır.
Ama manzarayı, birbirini izleyen planlar halinde, derinliğe doğru genişleyen görünümlerle resim yüzeylerine aktarma yönündeki yaklaşımın, Ayhan Türker`de benimsenmiş bir tavır olduğu önesürülebilir. Bir ayrıntı ressamı olduğu söylenemez Türker`in; izlenimci ressamların çoğunda tanık olduğumuz bu yaklaşım, manzaranın bir bütün olarakkavranmasına, ışık etkilerinin bu bütünlük içerisinde yansımasına ilişkin sanatçı gözleminin, olmazsa olmaz koşuludur. Birbiri arkasına aktardığı bu manzara tutkusu, her gün aynı doğa görünümleri içinde yaşayan ya da bu görünümlere tanık olan izleyiciyi, bu resimler yoluyla İstanbul`u sevmeye yönlendirir. Ama birer yansıma olmasının ötesinde, İstanbul`un elimizden kaçıp giden doğasına yakılmış siirsel bir ağıttır aynı zamanda. İstanbul bu resimlerle güzeldir; bir bakıma bu resimlerin yapılamsına olanak verdiği için severiz İstanbul`u.
Yağlıboya resimlerin, bildiğimiz en eski örneği 1971 tarihli "gecekondular" dır. Kent yaşamından ve bunaltıcı insan kalabalığından arındırılmış olan peyzaj, doğaya özlem duyanların kararmış gönüllerine ışık getirir. Bu ve benzeri peyzajların iletmeyi amaçladığı doğallık, Ayhan Türker`in resimlerini sevdiren ve aratan özelliklerin başında gelir. Kent yaşamının tekdüze artamında kaçan, kaçmaya çalışan insanın doğallık arayışlarıdır Türker`in bu tür resimlerine yansıyan.
Ayhan Türker`in doğa peyzajını kendine özgü bir ustalıkla ve izlenimci yorum çerçevesi içinde sunduğu resimlerinin, bu eğilimin tutkunkarı tarafından aranır bir düzeye gelmesi, 1990`lı yıllardır. Gerçekçi doğa görünümlerinden imgesel doğa görünümlerine geçiş, Ayhan Türker`in resimlerinde, gene de olağan kurguyu bozup değiştirmez. İstanbul doğası, salt görüntüsel özellikleriyle ilgilendirmez Ayhan Türker`i. İnsan varlığının, bu doğayla bütünleşen ve bir yaşam biçimini ortaya çıkaran görüntüleri de resimlere karışarak, onları tamamlayan bir öğe özelliklerini yansıtır kimi zaman. Ölüdoğa "natürmort" resimlerine gelince bu tür resimlerin tarihsel sıralama içindeki en eski örneği elmaları ve vazo içindeki kır çiçeklerini bir arada gösteren 1979 tarihli dikey kompozisyondur. Çağdaş sanatımızda ölüdoğa resimlerinin, asker ressamlara kadar uzanan bir çalışma alanı oluşturduğu düşünülürse, Ayhan Türker`in en azından peyzajları kadar kavrayıcı bir dizi oluşturan bu çalışmalarında, bu geleneksel temaya duyduğu yakınlığı anlamak kolaylaşır. Ancak Ayhan Türker`in biçimleri üç boyutlu gösteren daha eski gelenekçi yöntemlere de yabancı kalmadığını kanıtlayan yaklaşımı, izlenimci tekniğin etkisini, belirli ölçülerde bu tekniğin arkasında bırakır.
Ölüdoğa gelenekselliğin dışına çıkmama konusundaki bu ısrarlı disiplin, üslupta da kendini gösterir.

İçtenlikli ve İnançlı Bir Tekniğin Peşinde

İzlenimcilere özgü renk ve ışık beğenisi devreye girer. İzlenimciler gibi, Ayhan Türker de resimlerinden ve paletinden siyah neredeyse uzaklaştırmıştır. Ayhan Türker`in peyzajlarında da böyle bir ışığın yerini bulmak olasıdır. O da görünümlerin yumuşak ve hafif etkisini bulup ortaya çıkarmak ister; bunu da doğadan aldığı ilk izlenimlerin paralelinde gerçekleştirmeye çalışır. Resimlerinin tümünü, doğa karşısında başlayıp bitirmez. Ama ilk izlenimin doğa kaynaklı olduğu, su götürmez. Ayhan Türker`in resmindeki izlenimci nitelikli resimsel değerler de, doğrudan doğruya bu resmin kendi yapısından ve deneyimlerinden kaynaklanan bir olgunun ürünüdür. Deyim yerindeyse, bir "manzara empresyonizmi`dir Ayhan Türker`in peyzajlarında egemen olan ışık ve renk anlayışı. Akıma uyumlandırma kaygısından çok, çevreyle ve doğayla bütünleşme içgüdüsüne dayalıdır. Ayhan Türker, "peyzajı kişiye özgü kılan bir sırrı keşfe yönelmiştir" sanki. Ayhan Türker`in peyzaj sorununa, duygusal katagorileri aşan bir ressam bilinciyle yaklaştığını göstermektedir.
İzleyiciye iletilmek istenen mutluluk duygusu, bu resmi biçimlendiren başlıca etkenler arasında yer alır. Doğa sevinci, resimleri ılık bir rüzgar gibi yalayıp geçer Ayhan Türker`de. Doğanın güzelliklerini, İstanbul`un nostaljik atmosferini resmetmeyecek de neyi resmedecektir?
Bu yönde bir izlenim, Türker`in benimsediği tekniğin öncülerine, kendine usta olarak seçtiği ressamlara yaklaşımında, o ressamların teknik ve estetik becerilerini çok yakından ve iyi incelediği kanısını güçlendirir. Türker`in düzeylilik kavramı üzerine odaklaşan resimleri yitirilmiş ve yeniden ele geçirilmiş bir doğa ve gerçeklilik tutkusunun somut belgeleri olarak, yakın dönem sanatımızın , kendi türündeki seçkin ürünleri arasında yerini alacaktır.

Kaya Özsezgin`in yazısından alıntı yapılmıştır.













13 Nisan 2010 Salı

EY DÜNYA İNSANLARI HEPİNİZ TÜRK'SÜNÜZ

Tüm dünyanın atası Türkler

81 yaşındaki Amerikalı araştırmacı Gene D. Matlock:
Tüm dünyanın atası Türkler..

Geçen hafta bir konferans vermek üzere Türkiye'ye gelen Amerikalı araştırmacı yazar Gene D. Matlock, 'Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz' adlı kitabında da yer verdiği ilginç iddialarıyla 'Tüm dünyanın kökeninin aslında Türkler olduğu' tezini yeniden alevlendiriyor.

AKŞAM PAZAR'dan Mine Akverdi'ye konuşan Matlock, kitabında din, dil, tarih ve kültür odaklı pek çok kaynak aracılığıyla tezine çarpıcı kanıtlar da sunuyor. Kadim Türkler, tüm insanların ataları olabilir mi? Maya ve Azteklerden Kızılderililere, Ruslardan Hintlilere, Araplardan İngiliz, İtalyan ve Kuzey Avrupalılara hepsinin kökenlerinin Türk olduğu söylense inanır mısınız? Peki, acaba Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed ve Buda da Türk müydü? Tüm dinler Kadim Türklerin Tengri dininden mi türedi?
Bunlar kafa karıştıran ama bir o kadar da merak uyandıran, cevaplaması zor sorular. Ancak bir araştırmacı bu soruların hepsine 'evet' cevabını veriyor. Ve iddiasının doğruluğuna dair kanıtları da 'Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz' adlı kitabında önümüze sunuyor. İşin ilginç yanı, bu tezin sahibi Türk değil, bir Amerikalı: Gene D. Matlock.

EY DÜNYA İNSANLARI HEPİNİZ TÜRK'SÜNÜZ
Temmuz ayında Hermes Yayınları tarafından Türkçe olarak basılan 'Ey Dünya İnsanları Hepiniz Türksünüz / Kayıp Bir Uygarlığın Sırları Dünyayı Nasıl Değiştirebilir' adlı kitabında Gene D. Matlock ilk insanların Türklerle başlayıp daha sonra dünyaya dağıldığını, ilk konuşulan dilin Türkçe olduğunu, bilimin, felsefe ve dinin yine Türklerden doğduğunu söylüyor. 65 yıldır Meksika'da yaşayan ve hem Hıristiyanlığın kökenleri hem de Meksika'daki Amerikan yerlilerinin kökenleri üzerine uzun yıllar boyunca araştırmalar yapan Matlock'un dini kitaplar, mitolojiler, kültür, gelenekler ve özellikle de dil biliminin ışığında elde ettiği ipuçlarını birleştirerek sunduğu kanıtlar da hayli şaşırtıcı. 81 yaşındaki Matlock ile bir konferans vermek için geldiği İstanbul'da buluştuk ve çarpıcı iddiası üzerine konuştuk.

İNSANLIĞIN BAŞLADIĞI YER TÜRKİYE
Dünyadaki tüm insanların Türklerden geldiğini söylüyorsunuz. Sizi bu konuda bir araştırma yapmaya yönelten şey neydi?

Yıllar önce İsraillilerin Filistinlilere yaptığı kötü muamele sebebiyle çok üzülmüştüm ve bu insanların bir türlü paylaşamadığı kutsal toprakların tarihi ve buradaki dinlerin kökenleri üzerine araştırmalar yapmaya başladım. Bu araştırmalarımı bir yandan da yazıyordum. Araştırma ilerledikçe her şey beni önce Hindistan'a, daha da derinleştiğindeyse Hindistan'ın kuzeyine götürdü. Elimi neye atsam önünde sonunda her şeyin kaynağı olarak karşıma Türkler ve coğrafya olarak da Türkiye ve Orta Asya çıkıyordu. Zira dikkatle incelediğimde Eski Ahit (Kitab-ı Mukaddes'in ilk bölümünü oluşturan, Tevrat ve Zebur'u da kapsayan 39 kitap) ve İncil'de İsrail'den bahsedilmediğini gördüm. Kutsal kitaplarda bahsedilenler aslında Türkiye ile bağdaşıyordu. Nuh'un Gemisi efsanesi, Büyük Tufan... hepsinin kökeni Türkiye ve Türklere dayanıyordu. Bu da bana şunu gösteriyordu: İnsanlığın başladığı yer Türkiye idi. Biz insanlar tüm uygarlığın atası olarak Sümer, Yunanistan, Mısır ve Çin'i görmeye yanlış bir şekilde şartlanmışız.

HERKES KENDİ NESLİNİN İZLERİNİ TÜRKLERE DEK SÜREBİLİR
Peki, nasıl oluyor da Türkler tüm insanlığın atası oluyor?
Birkaç bin yıl önce Kuzey Kutup bölgesinde bir cennette, bolluk içinde yaşayan ileri derecede uygarlaşmış bir halk vardı... Dünyadaki bütün dinler hangi ulusa ait olursa olsun insanlığın beş kökensel ırkı olduğunu söyler. Bu beş ırka Kurus, Krishti ya da Krishtaya deniliyordu. Yaşadıkları yere ise Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta Aden denir. Hindular buraya Uttura Kuru adını verir. Eski Yunan tarihçileri ve mitolojisi ise buraya Hiperborea olarak göndermede bulunur. Tibetli Budistlar ise Khedar Hand (Tanrı Şiva'nın ülkesi) ve Şambala der. Aynı zamanda buraya Tanrı Şiva'nın toprakları anlamında Sivariya ve Sibirya da denmektedir. Yeni ilk insanların yaşadığı cennet bahçesi Sibirya bozkırlarıdır. Buradaki ilk insan olan Adem (İngilizcedeki yazılışıyla Adam) Türk dilinde 'insanoğlu' anlamında kullanılır. Nitekim buradaki yüksek zeka ve uygarlığa sahip ari ırk (aryan) Türk'tür. Türkler'in kendilerinden Kıpçaklar, Kurular ya da Aryanlar diye bahsetmesi de bunun kanıtıdır. Ancak pek çok farklı din ve mitolojide geçtiği üzere bu insanlar lanetlenip bir doğal felaket yaşar, dünya ekseninde meydana gelen ani bir sapma ile yaşadıkları yer donmuş, büyük seller olmuştur. Şimdi adına Türkler dediğimiz Kurular güneye, Orta Asya'ya kaçmak zorunda kalmıştır. Bu anlatılan Büyük Tufan'dı. Nuh ve insanlığın soyunu devam ettiren oğulları da işte bu kökenden geldi yani Türk'tü. Nuh'un gemisinin karaya oturduğu Ararat Dağı'nın Türkiye'deki Ağrı Dağı olduğu inancı da bunu kanıtlıyor. Böylece Türk soyundan gelen insanlık Türkiye'ye ve aşağıya Mezopotamya ve Hindistan'a dağıldı. Dolayısıyla Sümerler, Hititler, Iraklılar, Kürtler, Hintliler, Mısırlılar hepsi aslında Türk'tü. Kuzey Kutbu'ndan aşağı inerek Kuzey Avrupa'ya İsveç, Finlandiya, İngiltere'ye ve tüm dünyaya yayıldılar. Bugün herkes kendi neslinin izlerini Türklere dek sürebilir.

Buna kanıt olarak neleri gösterebiliyorsunuz?
Dünyanın her köşesinde kullanılan dilden inançlara ve tanrı isimlerine kadar her şeyin dil olarak aynı kökenden geldiğini görebilirsiniz. Bu tüm dinlerin, dillerin de tek bir kaynaktan çıktığını gösteriyor: Türklerden! İngiltere'den, Finlandiya'ya insan isimlerinden yer isimlerine Türkçe kökenli kelimelere rastlayabilirsiniz. Finlandiya'da Kırkpınar diye bir yer var! Urdu dilinde binlerce Türkçe kelime var. Hintlilerin Kutsal Kitabı Mahabharata aslında Türklerin tarihlerini anlatıyor. Yunanlıların büyük tanrısı Zeus'un ismi de Türkçe. Kudüs, İsa gibi kelimelerin kökeni de aslında Türkçe ve dahası bu bahsedilen yerler de aslında İsrail'de değil Türkiye'de İsa da bu topraklarda yaşadı. Öte yandan yakın tarihte Keltlerin (İrlandalılar, Galiler, İskoçyalılar) DNA'sı incelendi ve Altay'dan geldikleri kanıtlandı. Vikingler, Finikeliler ve İtalya'nın Roma İmparatorluğu'ndan yıllar önce burada yaşayan ve Roma'nın kurucuları sayılan yerli halkı Etrüskler de Türk'tür. Estrüskler'in DNA'larının Türklerinkiyle yüzde 97 aynı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

EVET KIZILDERİLİLER DE TÜRKTÜR
Amerika'daki Kızılderililerin de Türk olduğu sıkça dile getirilen bir iddiadır....

Evet, Kızılderililer Türk'tür, bunu kendileri de söyler. Kültür ve geleneklerindeki benzerlik aşikar. Özellikle Amerika'da Türk soyundan geldiğini söyleyen Meluncanlar'dan olan Cherokee'ler Türkiye ile bugün çok yakın ilişkiler içindedir.

Bu iddialarınızı dünyanın pek çok yerinde dile getiriyorsunuz. Peki, nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Önceleri herkes bana gülmüştü ama şimdi durum değişiyor. Amerikanın yerli halkları, Kızılderililer, Meksikalılar bu teze çok pozitif tepki veriyor. Çoğu kabul de ediyor. Ancak ABD'deki Amerikalıların veya İngilizlerin pek hoşuna gitmiyor.

Dünya bunu kabul etse ne olur sizce?
Hepimizin kardeş olduğuna inanmak insanlığın sahip olduğu tüm sorunlar ve huzursuzluk çözüme ulaşır. Dünya daha iyi bir yer olur.

AMERİKA'YI İSPANYOLLAR DEĞİL TÜRKLER KEŞFETTİ
'Amerika kıtasındaki pek çok yer ismi aslında Türkçe kökenli. Meksika'daki Teotihuacan kalıntıları aslında Türkçe olan Tea (tanrı)+ Tiwa (Bir Türk boyu olan Tuvaların bugün bir cumhuriyeti de vardır) + Han (krallık anlamına gelen Türkçe kelime) kelimelerinden türemiştir. Peru'daki Karal kalıntılarındaki piramitler Mısır'dakilerden daha eskidir ve Türkçe'de 'hükümdar' anlamına gelen kral kelimesinden türemiştir. Meksika'da bugün de Türkçe kökenli birçok kelime kullanılıyor. Örneğin dağ/tepelere Meksika'da tepek deniliyor Atatepek, Çapultepek isminde şehirler bulunuyor. Havasu diye bir yer bile var. İspanyollar Meksika'ya ilk geldiklerinde Aztek'lere hangi tanrıya inandıklarını sorduğunda onlar 'İnana' cevabını vermişti. Bu Antik Sümer'de de bir tanrıçanın adı. Yani Sümerler ile Aztekler aradaki onca mesafeye, okyanusa rağmen aynı adlı tanrıya inanıyor. Dahası Meksikalılar da Hintliler de Türkleri aynı kelimeyle 'Karaskus' diye adlandırıyordu. Demek ki Amerika'yı İspanyollar değil, önce Türkler keşfetmişti. Sonuçta bunlar gibi sayısız örnek şunu gösteriyor: Dünyanın her köşesindeki bütün uygarlıklar Orta Asya'dan geçmiş ve her yerde ortak olarak karşımıza çıkan din, dil, kültür ve inanışları buradan tüm dünyaya taşımıştır.'

10 Nisan 2010 Cumartesi

YARATICILIK NEDİR? YARATICI DÜŞÜNME NEDİR?





İnsanlara bir şeyin nasıl yapılması gerektiğini söylemeyin. Yapılmasını istediğiniz şeyin ne olduğunu söyleyin ve yaratıcılıkları ile sizi nasıl hayran bırakacaklarını görün.General George S. PattonYaratıcılık, olmayan birşeyi hayal edebilme, bir şeyi herkesten farkli yollarla yapabilme ve yeni fikirler geliştirebilme yeteneğidir. Başka bir deyişle yaratıcılık herkesin gördüğü şeyi aynı görüp onunla ilgili farklı şeyler düşünebilmekdir.Yaratıcılık günlük olaylara ve nesnelere herkesten farklı bakabilmek ve farklı yaklaşım tarzı geliştirebilmektir. Yaratıcılık, olağan, günlük şeylerin özel olmasını, özel şeylerin de daha çok günlük hayata girip doğal şeyler olmasını sağlar.

Eğer hayatınızdaki günlük şeyleri farklı ve yeni yollarla yapıyorsanız bu sizin yaratıcılığınızı gösterir. Örneğin evinizde ya da işinizde hergün yaptığınız işleri değişik şekillerde, değişik yollarla yaparak yine aynı sonucu almanız bu işlerin yapılış şekline yaratıcılık katmış olmanız demektir. Denediğiniz her yeni şey size yeni bir şey öğretecektir. Denediğiniz yeniliklerde hatalar yapabilirsiniz. Yaratıcı olmanın riskli tarafıdır bu. Risk alarak yeni şeyler dener ve keşfedersiniz.

“Yaratıcılık nedir?” sorusuna verilebilecek pek çok cevap bulunabilir, belki de herkes kendi açısından bu cevabı verebilir. Kimisinin aklına yaratıcılık deyince Bethooven, Mozart gibi dahiler gelirken, kimisinin aklına Da Vinci, Picasso gelir. Kimisi için J.R.R Tolkien, kimisi için ise Edison yaratıcıdır. Peki ama genel anlamda yaratıcılık nedir? Yaratıcılık kimlerde bulunur? Yaratıcılık geliştirilebilir mi? Tüm bu sorulara birlikte cevap bulmaya çalışalım.Öncelikle “yaratıcılık nedir?” sorusuna bakalım. Bunun için bazı tanımlara göz atmakta yarar var.
Kaynak: Bydigi Forum http://www.bydigi.net/felsefe/3842-yaraticilik-nedir-yaratici-dusunme-nedir.html#post17768

Yaratıcılık;
*Ressamların sahip olduğu bir şey

*Problemlere alışılmadık ya da orijinal bir yaklaşım
*Uyuşmaz bilişsel unsurların ya da fikirlerin bir araya getirilmesi

*Zahmete değer bir ürüne götüren süreç

*Karmaşık bir sistem olan beynin kendi kendine ortaya çıkan bir özelliği

*Yeni, işe yarar bir şeyin meydana getirilmesi
*Orijinal ve değerli bir şey üreten süreç

*Başkalarıyla aynı şeyi görmek ama farklı bir şey düşünmek
*İnsan olmanın yegane k
arakteristiği

YARATICILIK:

Yaratıcılık en basit şekliyle orijinal, sosyal faydalılığı olan ürünler veya fikirler yaratabilme yeteneği olarak tanımlanabilir. Fakat bu tanım tam bir cevap değildir. Yaratıcılık alanında en önemli isimlerden olan Frank Barron, yaratıcılık için daha kapsamlı bir tanımlama yapmıştır. Öncelikle, yaratıcılık yaratılan ürünün özellikleri ve ürünün aldığı sosyal kabul ile değerlendirilebilir. İkinci olarak yaratılan ürün kendi koşulları içinde değerlendirilmelidir. Örneğin; çözülen ya da tanımlanan problemin zorluğu, önerilen çözümün zerafeti, ürünün yarattığı etki. Üçüncü olarak; yaratıcılık onu besleyen yeteneklerin, becerilerin temelinde değerlendirilebilir.
Yaratıcılık, diğer mental fonksiyonlardan farklı bir zihinsel yeterlilik olarak düşünülebilir. Yaratıcılık, “Zeka” adı altında toplanan kompleks bir çok yetenekle ilişkisi olmasına rağmen, onlardan bağımsız gözükmektedir. Genellikle, yaratıcılık yeteneği olan kişiler zeka testlerinde normal popülasyondan daha yüksek puanlar almaktadır ve objektif gözlemciler tarafından da yaşıtlarından daha zeki olarak değerlendirilmektedirler.
Fakat, IQ testlerindeki yüksek puanlar yaratıcılığı göstermiyor olabilir. Bu konudaki çalışmalar (Terman’ın üstün zekalı çocukları hayatları boyunca takip ettiği çalışma ve McKinnon’ın mimarlarla yaptığı çalışma) üstün zekalı kişilerin diğerlerine kıyasla daha iyi sosyal becerilere ve sağlığa, daha fazla intihar oranlarına sahip olduklarını fakat yaratıcılık anlamında genel popülasyondan farklılık göstermediklerini ortaya koymuştur. Mc Kinnon’a göre; 120’nun üzerinde bir IQ skoru ile yaratıcılık arasında herhangi bir korelasyon yoktur.
Yaratıcılık yeteneğini ölçmeye yönelik çok çeşitli metotlar vardır. Dennis Hocevar (1981) yaratıcılığı ölçmeye yönelik olarak kullanılan metotları özetlemiştir. Bunlar:

1) Farklı düşünme testleri

2) Tutum ve ilgi Envanterleri

3) Kişilik Envanterleri

4) Biyografik Envanterler

5) Öğretmen değerlendirmeleri

6) Arkadaş Değerlendirmeleri

7) Supervizör Değerlendirmeleri

8) Ürünlerin Değerlendirilmesi


9) Tanınma, Saygınlık

10) Belirtilen Yaratıcı Aktiviteler ve Başarılar



Büyük ölçekli araştırmalarda en çok kullanılan yöntemler üçüncü kişiler tarafından değerlendirmeler ve biyografik analizlerdir. Kişilik testleri veya kişinin düşünce yapısını değerlendiren yöntemler seçilmiş gönüllü örneklem üzerinde sıklıkla kullanılmaktadır.

Sözel akıcılık, fikirlerin akıcılığı, yeniden tanımlamalar, yeniliğe açık olmak, bağımsız düşünebilme, birbirinden uzak bağlantıları kurabilme, fikir üretimi için çaba harcamak, zeki insanlarda yaratıcılığı destekleyen yeteneklerdir. Çoğu çalışma, yaratıcılığın ifadesinin sadece bir davranışla; bir soruya cevap vermek gibi, olmadığını ve birçok aşamadan oluşan bir süreç sonunda olduğunu söylemektedir. “Evraka” anı, daha önce yoğun bir bilgi toplama, d
eğerlendirme süreci olmadan oluşmaz.

Arnold Ludving, (1989) yaratıcılığın ilk aşamasını hazırlık süreci olduğunu
söylüyor. Bu dönemde, kişi ilk bakışta çözümsüz gibi gözüken bir problemi çözmeye kalkar fakat başarılı olamaz. Daha sonra problem bir kenara koyulur ve kuluçka dönemi başlar. Bu dönemde, genelde kişiler başka bir işle meşgulken bilinç dışında fikirler oluşmaya başlar. Daha sonra, keşif etme, aydınlanma, evraka denilen durum meydana gelir. Bu genellikle, rüyalarda veya rahat olunan bir zamanda oluşur. Fakat içgörü keşif etmek için yeterli değildir. O yüzden son aşamada, eldeki veriler değerlendirilir ve fikirler bilimsel, estetik veya sosyal standartlara göre test edilir.

Psikanalistlerin “egonun hizmetinde gerileme” diye adlandırdıkları; deneyimleri genişletmek ve zenginleştirmek için bilin dışına dönmeyi anlatıyor. Aklın gizli kısımlarına erişmek, sanatçıların, yazarların, daha az ölçüde filozofların ve bilim adamlarının yapabildiği bir şey gibi gözüküyor.

Bilinçdışının günlük hayattaki beklenmedik şekilde ortaya çıkışı ise ruhsal sorunları olan insanları karakterize etmektedir. Bir çok çalışmanın gösterdiği gibi; yaratıcılık ve ruhsal sıkıntılar arasında kuvvetli bir bağ vardır. Yaratıcı kabiliyeti olan zeki insanlarda ruhsal sorunların oranı genel poülasyona göre oldukça yüksektir.

YARATICILIK KAVRAMI ÜZERİNE
Yaratıcılık, bilim adamlarının uzun süredir üzerinde önemle durduğu bir konudur.
Yaratıcılık nedir?
Yaratıcı insanlar kimlerdir?
Yaratıcılık geliştirilebilir mi?
Gibi sorular, bu güne kadar hep sorula gelmiştir. İnsanların sahip oldukları bireysel özellikler, zekâ, kişilik ve fiziksel gelişme gibi alanlarda kendini gösterir. Diğer bireysel özellikler de yaratıcılıkla ilgilidir.
Yaratıcılığın doğuştan geldiği, doğuştan yaratıcı olmayan insanın sonradan yaratıcı olamayacağı görüşü artık terk edilmekte ve iyi bir eğitimle herkesin yaratıcı olabileceği görüşü artık ağır basmaktadır.


Yaratıcılık kav
ramı; sadece güzel sanatlar için değil, günlük yaşamın tüm alanlarını kapsamaktadır. Ancak, bu çalışmada yaratıcılığın geliştirilmesinde çok önemli rol oynayan sanat eğitimi dersleri (resim-iş) üzerinde durulmaktadır. Resim iş dersleri sadece öğrencinin hayal gücünü geliştirmez, aynı zamanda onların yaratıcılıklarını da geliştirir.

Bu güne kadar yaratıcılıkla ilgili bir çok tanım yapılmıştır.
Örneğin: San’a göre “yaratıcılık her bireyde var olan ve insan yaşamının her bölümünde bulunabilen bir yeti, günlük yaşamdan bilimsel çalışmalara dek uzanan geniş bir alanı içine alan süreçler bütünü, bir tutum ve davranış biçimidir.”


Torrance, yaratıcılığı şöyle tanımlar: “Sorunlara, aksaklıklara, bilgi eksikliklerine, kayıp ögelere, uyumsuzluğa karşı duyarlı olmak, güçlüğü tanımlamak, güçlüğe çözüm aramak ve kestirimde bulunmak.”

Yazarların görüşlerine dikkat ettiğimizde, yaratıcılık için genellikle; yeni, farklı ve yararlı bir yeti olduğu görüşünde birleşmektedirler. Yazarların görüşlerinden hareket ederek yaratıcılığı kısaca şöyle tanımlayabiliriz: “Yaratıcılık; Özgün buluşlar ortaya koyma becerisidir.”

Kaynak: Bydigi Forum http://www.bydigi.net/showthread.php?p=17768

Yaratıcı imgelemeyi ( Yaratıcıhayal kurma) anlayarak ve uygulayarak insanlar hayatlarını yeniden düzenleyebilirler. Yaratıcı imgelem sayesinde kişinin kendisiyle ve yaşadığı dünya ile ilgili inancını ve bu inancın ürünlerini değiştirmek mümkündür.
Uygarlığımızın tüm gelişmeleri yaratıcı hayal gücünün eseridir. Geçmişte, hayal ürünü olarak nitelendirilen, aslında engellenmiş hayal gücünün ürünü olan bilim kurgu kitapları ve dergileri, bugün gerçekçi kabul edilmektedir.

Yaratıcı düşünme, varılan istasyon değil seyahat etme şeklidir. Bir insan eski bir soruna yeni bir cevap bulduğunda ya da bir şey olmadan olabilecekleri düşündüğünde meydana gelir. Yaratıcılık, birey rüya gördüğünde ya da herhangi bir şekilde hayal kurduğunda ortaya çıkar. Çocuklar bunu oyun oynarken, masal dinlerken ya da kumdan bir kale inşaa ederken yaparlar. Yetişkinler ise bunu bir kitap okurken, bir seyahat plânlarken ya da sadece banka hesaplarında birikmiş parayla ne yapacağını düşünürken yaparlar .

Rawlinson, yaratıcı düşünmenin bir rüya görmek olduğunu belirtir. O’na göre rüya görmek, “beynin çalışabilmesi için temel işlevlerdendir ve rüya görmeyen çok az insan vardır.”

Yaratıcılık; rüyalarda, bilinç altında ve zihinde toplanan bilginin kullanılmasıyla artar. Uykudan uyanıldığında, eğer görülen rüya hatırlanabiliyorsa, ruhun derinliklerinde keşfedilen semboller ve imajlar yakalanabilir. Bunlar yaratıcı gücü artıracak son derece değerli bilgilerdi.

Üstün zekâ ile yaratıcılık arasında bir paralellik olduğuna ilişkin düşünceler vardır. Üstün beyin gücü ve yaratıcılık arasındaki ilişkide bir eşik noktası bulunmaktadır. Yani belli bir zekâ seviyesine kadar olan çocuklar daha yaratıcı olmakta (120 IQ), ancak o zekâ düzeyi aşıldıkça zekâ ile yaratıcılık arasındaki ilişki neredeyse sıfır noktasına düşmektedir.

Araştırma sonuçları yaratıcılık ve zekânın kalıtsal olduğunu desteklemektedir. Ancak her ikisinde de çevre önemli bir faktördür. Çevre olgusu yaratıcılığı zekâdan daha çok ilgilendirmektedir.

YARATICILIĞI ETKİLEYEN FAKTÖRLER
Yaratıcılığı engelleyen faktörler şunlardır:

a) Duygusal engeller: Utangaçlık, aptal yerine koyulma korkusu, yanlış yapma korkusu, belirsizliklere karşı hoşgörü yetersizliği ve aşırı özeleştiri bu gruba girer.

b) Kültürel engeller: Toplumsal değerler bir kültürden diğerine değişmektedir. Bazıları yaratıcılığı desteklediği gibi bazıları da engellemektedir. Hayal etmenin boşa harcanan zaman olarak kabul edilmesi, çok oyunun sadece çocuklar için olduğunun düşünülmesi, ... Kültürel engellere örnek olabilir.

c) Öğrenilen engeller: Eşyaların kullanımı (fonksiyonel kalıplaşma), anlamların verilmesi, ihtimallerin beklenilmesi ve kutsallaşmış tabularla ilgili gelenek engellerini kapsamaktadır.

d) Algılama engelleri: Adetler, problemlerin önemli olan ögelerini tanımada başarısızlığa yol açabilir. Bunlara aşağıdaki engel de eklenebilir.

e) Yüklü program engelleri: Kalıplaşmış konular yığını olan ve belli süre içinde tamamlanılması gereken eğitim programları da yaratıcılığa engel olabilmektedir...

Yaratıcılığı etkileyen faktörlerden bazılarını biraz açacak olursak:

Yaratıcılık ve kültür

Çeşitli kültürler içinde barındırdıkları bireyleri, kimi konularda yaratıcılığa özendirirken kimi konularda da aynı şeyi yapmazlar. Amerika Birleşik Devletleri’nde bilim ve sorun çözmü özendirilirken politik ve sosyo-ekonomik konularda bu özendirmeye rastlanamaz. Arap kültüründe ise teknik konularda yaratıcılığa izin verilirken, dini konularda izin verilmez. Diğer yandan, kimi kültürler uyum ve yapıya önem verirken, kimileri de yeniliği özendirmektedir.

Sungur’un aktarımıyla, Torrance’in 1964 yılında Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, Porto-Riko, Türkiye ve Yunanistan’da yaptığı araştırmada, 9-11 yaşlarındaki çocuklarda ıraksak düşünmeye karşı algılanmış baskıyı incelemiştir. Torrance bu araştırmasında; çocuklardan, alışılmamış karakterlere ilişkin hayvan hikâyeleri üretmelerini istemiştir. Çocukların ürettikleri bu öykülerin içeriği analiz edildiğinde; asıl baskı tipinin kendisi, anne-babası, arkadaşı ve toplum olduğu ortaya çıkmıştır. Baskı türü olarak öğüt verme, alay etme, uzaklaşmayı gösterdikleri ortaya çıkmıştır. Baskı sonucu ise, uyum ya da direnme tepkisi ile cevaplanmıştır.


Yaratıcılık ve zihni rahatsızlıklar

Genellikle yaratıcı insanlar hem arkadaş canlısı, hem de akranları tarafından sevilen kişilerdir.
Sosyal aktivitelere ilgi gösterirler, risk almaya ve yeniliği araştırmaya eğilimlidirler.
Bu davranışları onları daha bağımsız ve gelenek dışı yaparken, aynı zamanda onları duygusal kararsızlığa götürür. Yaratıcı bireylerin psikolojik karakterlerinden biri de zihinsel hastalıklara eğilimli olmalarıdır.

Yaratıcı insan diğer insanlardan biraz farklı, biraz çılgın ve garip davranışları olan insandır.

Bütün okullar öğrencilerin ruh sağlığı ile ilgilenirler.


Öğrencilerinin ruhsal çöküntülere uğramamaları ve sağlıklı bir kişilik geliştirmeleri için uğraşırlar.


Yaratıcılığın söndürülmesi; yaşamdan doyumun engellenmesine ve yüksek düzeyde gerilimlere, sinir
bozukluklarına neden olmaktadır.


Yaratıcılığın şizofreniye değil; yaratıcılık yokluğunun sinirsel bozulmalara yol açtığına inanılmaktadır.


Yaratıcılık, şizofrenlerin ruh sağlığını yeniden kazanabilmeleri için gerekli bir kaynaktır.


Sağlıklı her bireyin gizil gücü olan yaratıcılık, hastalık değil normalin türevidir .


Rollo May, büyük ressamlarda, heykeltraşlarda, yazarlarda ve müzisyenlerde uyumlu insanların çok nadir karşımıza çıktığını belirtir.

Yaratıcılık ve özgünlüğün, kendi kültürlerine uymayan kişilerde bütünleştiği açıktır.

Yaratıcılığın kendi özel kültürümüzde ciddi psikolojik sorunlarla bütünleşmesi doğaldır. Van Gogh’un çılgınlıkları buna örnektir.

YARATICILIK VE SANAT
Yaratıcılık yüzyıllar boyu olağanüstü insanlara özgü bir özellik olarak kabul edilmiş ve en çok güzel sanatlar alanında kullanılmıştır.
Dahi ile deli arasında kıl payı bir ayrım olduğu gibi bilim dışı görüşler de yakın zamana kadar kabul edilegelmiştir. San’a göre yaratıcılık,“Sanatsal alanda baş yapıtların ortaya çıkmasına neden olan süreçler bütünü ve ayrıca bir tutum ve davranış biçimidir.”

Baltacıoğlu’nun, sanatta yaratıcılık konusundaki şu sözleri ilginçtir:

“... Sanat bir yaratıcı değil, bir uyandırıcı, bir coşturucudur. Estetik duygu insanda varolan ancak bilinçaltında kalan şehvet duygusu gibi biyo-psikolojik ya da sosyo-psikolojik duyguların uyanması, bilinç üstüne çıkmasıyla meydana geliyor. Böyle olunca her sanat eseri değer kuramında sıraladığımız, duygulardan birini aşılayan değil, bilinçaltında yaşayan türlü duyguları canlandıran, bilinç üstüne çıkartan bir teknik demektir.”


Düşünmek, yaratıcı düşünme için bir ihtiyaçtır.
Sanat ile yaratıcılığı güçlü bir şekilde birleştiren şey akıldır.
Sanat; güzellik, mükemmellik, uyum ve düzen yaratır.
Fantezilerden doğan, ulaşılmaz olan, ilk bakışta görülmez olan şeyleri bize görünür kılar.
Zevk ya da hoşnutsuzluğa ifade kazandırır



YARATICILIK

Kavramlar ve Tanım

Yaratıcılık kavramının Batı dillerindeki karşılığı “kreativitaet, creativity”dir. Latince “creare” kelimesinden gelir. Bu kelime, “doğurmak, yaratmak, meydana getirmek” anlamındadır (SAN, 1985).

Günümüzde yaratıcılık, sanatta olduğu kadar, bilim ve teknikte de önem kazanmıştır. Bu sebeple, son yıllarda yaratıcılık, bilim adamlarının, tanımlamaya çalıştıkları bir kavram olmuştur (RAZON, 1990). Psikoloji alanında yapılan çalışmalar ve bu çalışmalardan elde edilen sonuçlar, kavram ve tanım hakkında yeni değerlendirmeler ortaya koymuştur. Ancak yine de yaratıcılık, psikoloji alanının tanımlanması zor kavramlarındandır. Yaratıcılığın, her alanda ve herkes tarafından bir davranış biçimi olarak sergilenebileceği düşüncesinin belirlenmesi, kavramı tanımlama konusunda çeşitliliğin oluşmasına sebep olmuştur.

Pek çok araştırmacı yaratıcılığı tanımlamaya çalışmış; kimisi yaratıcılığı bir sezgi süreci olarak benimsemiş, kimisi ölçüm ve kişilik üzerinde durmuştur. Bu tanımlamalar, daha çok, tanımlamanın yapıldığı alanlara göre değişiklikler göstermektedir.

Yaratıcılığın tanımlanmasında diğer bir inceleme şekli de süreç üzerinde durularak geliştirilmiştir. 1926’da Wallas, yeni beliren bu düşünceyi a) hazırlık, b) tasarım/kuluçka, c) düşünce geliştirilmesi, aydınlanması ve d) gerçeklik denetimi evrelerine ayırmıştır. Harmon’a (1956) göre yaratıcı süreç, ortaya yeni bir şey çıkaran herhangi bir süreçtir: Bu, bir fikir, bir nesne, yeni bir biçim ya da eski öğelerin değişik bir düzenlemesi olabilir. Harris (1959) ise, yaratıcılık sürecini altıya ayırır: a) gereksinmeyi gerçekleştirme, b) bilgi toplama, c) etraflıca bir konu üzerinde düşünme, d) çözümler hayal etme, e) gerçekliğini tesbit etme ve f) düşünceleri işleme çevirme.

Süreç yaklaşımını vurgulayanlar arasında ressam, edebiyatçı, heykeltıraş, müzisyen gibi sanata yönelik kişiler görülmektedir. Yaratıcı kişi, yaratıcılık sürecinde davranışları konusunda içten bir anlayış ve sezişle, kendine özgü yeteneğini arttıracak bilgeliği elde eder. Bu görüşe göre, yaratma anındaki psikolojik düşünce yapısı ve çerçevesi en iyi ölçüt olarak kabul edilmektedir (ROUQUETTE, 1994; YAVUZ, 1996).

Ölçüm yöntemini uygulayanlar arasında en başta Guilford anılabilir. Guilford (1950), dar anlamda yaratıcılığı, yaratıcı kişilere özgü olan niteliklerin incelenmesini önerir. Yaratıcı yetenekler, o kişinin söz konusu etmeye değer bir yaratıcılık ortaya çıkarıp çıkaramayacağını belirler. Guilford, yaratıcılığın, bilişsel yetenek türlerinin oluşturduğu testlerde yansıdığına inanır. Bu testler, uygulamalarda kişinin o konudaki yetersizliğini ortaya çıkarır (YAVUZ, 1996).

Yaratıcılığın bilimsel incelenmesinde kişilik kavramının önemli bir yeri vardır.
Bu araştırmalar; yaratıcı davranışta güdülenmenin incelenmesi ve yaratıcı kişilerin yaşam biçimlerine ait özellikleri, olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Birincisi, yaratıcı davranışın, kişinin çevresiyle olan ilişkilerinde kişinin tüm yetenek güçlerinin gerçekleşmesini sağlayan bir oluşum görüşü; ikincisi ise, bastırılmış ya da kişinin kabullenemeyeceği tepilerin etkisinde yer alan yan ürün oluşumu, görüşüdür (YAVUZ, 1996).

Aktüel yaratıcılık ve potansiyel yaratıcılık ayrımına giden Lowenfeld'e göre yaratıcılık, bireylerin değişken miktarlarda sahip oldukları ve durumlara bağlı olarak az çok ortaya çıkmaya elverişli bir tür özelliktir. Bir başka deyişle, kendini göstermek için uygun koşullarla karşılaşması gereken kişide bulunan bir potansiyel güç söz konusudur. Çok sayıdaki yaratıcılık testlerinin ortaya konmasının kökeninde de aynı görüş bulunur. Çeşitli teorik yaklaşımlar da bu yönelişten esinlenirler ve onu rafine ederler (ROUQUETTE, 1994).


Görüldüğü gibi yaratıcılık alanındaki geçmiş ve günümüzdeki sistemli araştırmalar, yaratıcılığın ne kadar karmaşık ve bir o kadar da tanımlanması zor bir kavram olduğunu ortaya koymaktadır. Bilim adamları yaratıcılıkla ilgili olarak, doğuştan getirdiğimiz ve her kişiye normal olarak dağıtılmış bir özellik, bir yetenek olduğu konusunda birleşmektedirler. Bu sebeple yaratıcılık, kişilerin günlük hayatta, karar verirken, yorum yaparken, her an kullandığı gerçek bir kaynaktır.

Tanım denemeleri ve tartışmaları 1950-1985 yılları arasında kesintisiz devam etti. Son zamanlarda yaratıcılığı, tahlil ve arşiv çalışmalarından elde edilen verilere dayanan zihinsel süreçler veya kişilik özellikleriyle tanımlamak yerine, ortaya çıkan özel davranışların sonuçlarına (ürüne), bu özel davranış alanlarıyla ve yaratıcılık konusuyla ilgili olan kişilerin verdiği hükümlere bağlama eğilimi, literatüre hakim olmuş gibidir.


Yaratıcılık üzerinde önemli araştırmalar yapmış olan Torrance, yaratıcılığı şöyle tanımlamaktadır: “Sorunlara, bozukluklara, eksik bilgilere, kaybolmuş unsurlara, uyumsuzluklara karşı duyarlı olma; zorluğu tanıma, çözümler arama, tahminler yapma ya da yeni varsayımlar kurma, bunları değiştirme veya yeniden deneme ve sonuçlarını inceleme” (HAENSLY ve REYNOLDS, 1989). Vernon ve diğerlerine (1977) göre yaratıcılık: “İnsanın sosyal, manevî, estetik, bilimsel ve teknolojik değeri olduğu kabul edilen yeni fikirleri, görüşleri, buluşları veya artistik objeleri üretme kapasitesidir”.

Barlett’in “ana yoldan ayrılma, deneye açık olma, kalıplardan kurtulma” şeklindeki yaratıcılığı tanımlamasının yanı sıra, daha çok sanat alanındaki yaratıcılık üzerinde duran Read, yaratıcılığı ”önceden biçimi ve hiçbir yüzü olmayan bir şeyin varlık kazanması” şeklinde tanımlamaktadır. Landau’nun yaratıcılık tanımı ise şöyledir: “Daha önce kurulmamış ilişkiler arasında ilişkileri kurabilme, böylece yeni bir düşünce şeması içinde, yeni yaşantılar, deneyimler, yeni fikirler ve yeni ürünler ortaya koyabilme becerisi”(SAN, 1985).

Dikkat edilirse, hangi tür tanım olursa olsun, her tanımın içinde “yeni” ya da “yenilik” gibi kavramların ortak olarak kullanıldığı fark edilecektir. Öyleyse yaratıcılık, bilinenin, alışılmış ve kalıplaşmış olanın tam karşıtı olan bir davranış biçimi ya da düşünme sürecidir. Bu süreçte bilinene, tekrara, alışılmışa, kurallara ve sınırlara yer yoktur

SANATTA YARATICI DÜŞÜNME
Sanat Eğitiminde hayal gücünün görsel kayıtlarla zenginleştirilip araştırmaya yönelinmesi ve değerlendirmeler söz konusudur. Yaratıcılık evrenseldir, farklılıklarına karşın herkeste bulunabilir. İşte bunun eğitimle geliştirilmesi söz konusudur.
Bunun için çevreye, insana duyarlı olmak gerekir. Bu duyarlılık yaratıcılığı da beraberinde getirecektir mutlaka.
Görme, anlama, ilişkilendirme, merak yeni doğumların nedenidir.
İşte bu da doğru bir eğitim anlayışına tabii tutulduğunda doğumun sağlıklı olmasına neden olacaktır. Yoksa doğum baştan değil ayaklardan başlar.
Öğretim elemanı, anlatmanın çeşitli yolları olduğunu vurgulama rehberliğinde bulunurken hoşgörü çerçevesinde de öğrenciyi özgür bırakabilmelidir.



Tüm bunların çok küçük yaşlarda başlaması gerekir ki yaratıcılık konusunda başarı artabilsin. Düşüncenin, yaratının değeri çok erken yaşlarda verilmelidir. Yaratıcı süreç de her şeyde olduğu gibi gereksinmeler çerçevesinde varlığını sürdürür. O halde öğrenciyi doldurmak değil; gereksinmelerine yanıt aramak, aramasına olanak tanımak daha doğru olur. Şunları hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıdır; tüm bireyler değişik alanlarda yaratıcı yetilere sahiptir. Herkesin ilgi alanı gibi yaratı alanı da farklıdır ve yaratıcılığa giden yol gereksinmeden, duyarlılıktan geçer. Yeni yöntemler sınanırken, doldurma yerine ilgi ve kapasite farklılıkları hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Öğretim elemanı bunu hep canlı tutmalıdır. Bu olguyu zenginleştirmek aileye ve öğretim elemanlarına düşer. Yapıcı eleştiri de olumlu tavır için bir göstergedir doğrusu. SLOVHOVER, yaratıcı sürecin bir düş yolculuğu olduğunu her an ortaya çıkacağını savunur. Sanat ve kültürde yaratıcı süreç simgeye çevrilir. Eğitim sürecinde de gerçekleştirilen budur. FREUD, insan zihninde şiirsel bir güç olduğuna inanır. JUNG, yaratıcılığı bilinçaltına dayandırır. RANK’ a göre ise; sanatçı, irade ve işlem adamı, başka bir deyişle yaratıcıdır. Ama tüm bunların kaynağı ne olursa olsun yaşam ve ölüm her şeyi belirliyor galiba. Ölümsüz olabilmenin tadı sanatta doyasıya var. Var olmanın dayanılmaz hafifliği gibi, sevginin paylaşımı, yaratılanların paylaşımı; işte gerçek olan bu. Önemli olan bunun doğumunu ve gelişimini sağlıklı yapabilmektir. Ailede başlayan bir şeyler olmalı; çocuğun yapısına, farklılığına değer verme gibi.. Bu örüntü, eğitimde sağlıklı bir şekilde devam etmeli. Çünkü J. DEWEY’e göre “eğitim sosyal değişime açılan bir yoldur”. Daha iyiye, daha güzele, daha insansılığa yürüme gerekliliği, kaliteli bir yaşamın denek taşlarıdır. Dünyanın % 70’i su, insan vücudunun%70’i su olduğu gibi dengede olunca günlük yaşam, ya da kağıda, tuvale, mekana, sese, devinime dönüştürülen yaratı yerini bulacaktır. Tıpkı vücudun biyolojik yaşamını sürdürebilmesi için ne istediğini bilmesi gibi. Bunlar özgüvenle gerçekleşir. Demek ki eğitimin ereklerinden biri de öğrenciye özgüvenini sağlamaktır. Bu da bireysel eğitimle olacaktır, kitle eğitimiyle değil. “Yaratıcılığı ortaya çıkarmak ve geliştirmek için bir tür sorun çözme olarak ele alındığında, yaratıcılığı etkileyecek ve deneysel olarak kullanılabilecek değişkenler üzerinde durulması yarar sağlayacaktır”. (Halide S.YAVUZ) Bu durumda Sanat Eğitiminde öğrenciyi araştırmaya yönlendirmek en doğru yöntemlerden biri olacaktır. Bunun beslenmesi de çok önemlidir. Okuyarak, gezerek, izleyerek vs.

Yaratıcı bireyin özelliklerinden birkaçı;

· Başarılıdır,

· Yaratıcı insan düzen gereksinmesi ile güdülüdür. BARON (1958)

· Meraklıdır

· Öz kanıtlama içersindedir.

· Özgürdür

· Yüksek üretim gücüne sahiptir

· Kuşkuludur

· İlgi alanları çok yönlüdür

· Estetiksel yargı içindedir

· İçe dönük bir yapısı olabilir

· Coşkuludur

· Önsezilidir

· Etkileyendir.



Sanat Eğitimi; bireyin duygu, düşünce ve izlenimlerini anlatabilme yeteneklerini ve yaratıcılık gücünü estetik bir düzeye ulaştırma amacıyla yapılan tüm eğitim çabasına denir. Böyle bir çalışma bireyler arası diyalog sağlar ve eşit hakları amaç edinir. İçinde özgürlüğü taşıdığı için sanat, toplum normlarıyla çakışma gösterir, bu da yaratıcılığa temel sağlar. Bireyin sessizliğini giderir; yetilerini harekete geçirerek kendilerine güven sağlamak Sanat Eğitimi ile gerçekleşir. Sanat Eğitimi ikilidir. Sanattan anlayan, onu seven, bilinçle izleyen bireyler yetiştirmenin yanında sanatı yaşam biçimi yapacak bireylere hitap etmek ve sanatçıya çalışma ortamı hazırlamaktır amaç. Eşit hakların sağlanmasında Sanat Eğitimi salt düşünce oluşumu değil, aynı zamanda bir öğrenme sürecidir. Bu hakların sayılması bireyin başarılı bir toplum yapısında yükselme şansını artırır. Ona uğraşlarında objektiflik kazandırır. Sonuçta Sanat Eğitimi; estetik duyarlılık kazandırır. Duygu ve düşüncelerin başka insanlara bu yolla ulaşmasını sağlar. Öğrencinin zihinsel ve algısal yetileri gelişir. Yaratıcı bir düşünce tarzı kazandırır. Sürekli çevresini sorgulayan, eleştiren ve değerlendiren bireyler yetişir. Bu bağlamda sanat eğitimini gerekli kılan etmenleri de şöyle sıralayabiliriz.

Toplumsal neden; günümüzde Sanat Eğitimini gerekli kılan en önemli neden; toplumun giderek sanayileşmesi ve insanların mekanik bir ortama yöneltilmesi sonucu bireye duygusal bir takım değerler yüklemedir. Sanat Eğitimi; doğa, madde ve insan arasında ilişki geliştirmeyi sağlar.

Psikolojik neden; bireyi, üstün kılan tasarım ve yaratma yeteneğidir. Sanat Eğitimi bu yetiyi en özgür uygulama alanıdır. Yaratma olayı psikolojik olarak algılamaya yöneliktir. Algı, duyu organlarımız yoluyla çevre hakkında edindiğimiz bilgilerin toplanması ve yorumudur. Ancak bireyde bulunan yaratma gereksinmesi kısıtlanırsa ruhsal yönden uyumsuz bir insan haline döner. Halbuki Sanat Eğitimi; algılama, yaratıcı düşünme - hayal gücü geliştirilme, analiz ve sentez, yaratıcı problem çözme ve yorumlamayı içerir.


Estetik neden; estetik, bireyde ayırt edici kuvvettir. Bu, seçme olayını da beraberinde getirir. Bu da Sanat Eğitimini gerekli kılar.

Yaşamın getirileri ve sorunları yaratıcı süreçle çözümlenebilir. Bu, Bilim Eğitiminde de böyledir, Sanat Eğitiminde de ve yaşamın içinde de. Bu bağlamda Sanat Eğitimi, okullarımızın ilkinden sonuncusuna kadar verilmelidir.



Sanat Eğitiminin yorumuna dair:

SANAT EĞİTİMİ, bireyin duygu, düşünce ve izlenimlerini anlatabilmede yeteneklerini ve yaratıcılık güncünü estetik bir düzeye ulaştırmak amacı ile yapılan tüm eğitim çabasına denir.

Sanat eğitiminin bir başka yararı da kişisel bütünleşmedir. Bu, sanatın ara sıra sembolik ifadeler aracılığıyla gerilimleri azaltması yönündeki katkısıdır.

Sanat eğitimi, teknik becerilerin gelişmesini de sağlar. Resim ya da çizimle de, müzik ya da diğer bir güzel sanat dalında da beceri kazanma aracı olmasıdır.

SANAT EĞİTİMİNİN GEREKLİLİĞİ
· Uygar bir toplum yaratır

· İnsan ruhunu yüceltir, ruhsal gereksinmeleri doyurulur

· Dengeli bir birey yaratır

· Zihinsel yetileri geliştirir.

· Kendine güvenen insan yetiştirir.

· Teknolojik yoğunlaşma karşısında denge oluşturur.

Sanat eğitimindeki değişmeler, toplumdaki bilimsel, teknolojik, kültürel, siyasal değişmelere de bağlıdır. Aynı biçimde bir toplumsal kurum olarak “okul” ve bir toplumsal bilim ve düzence olarak “eğitim” de değişime uğrayacaktır ve uğramaktadır. Sanat eğitimi, öğrenme süreçlerinin en iyi biçimde düzenleyip yönlendirdiği sanat etkinlikleri sürecinin sonunda katılanlar, dolaysız olarak yaşadıklarının ve denetlediklerinin birer yaratıcı anlatıma kavuştuğunu, “kendini ifade”, “kendini gerçekleştirme” olgularının gerçekleştiğini görürler. Gerçekle, madde ile dolaysız olarak kurulan bağ, hem gerçeklerin hem de benzer süreçlerden geçen her türlü yaratmanın, özellikle sanat ürünlerinin anlaşılıp değerlendirilmesini ve yorumlanmasını güçlendirir. Bu tür etkinlikler; eski ve yeni sanat yapıtlarının incelenmesi, sanat akımlarının, onların üsluplarının ve ünlü sanatçıların tanıtılması gibi bilgilerle de desteklenir. Böylece hem üretici hem alıcı, yani sanat tüketicisi için de dengeli bir yetişme sağlanır.

Sanat eğitimi, eğitim-öğretim çocuğun imgeleminin canlı tutulup yaratıcılığa çevrilebileceği biçimde tasarlanmalıdır. Yeteneklerin çeşitliliğini hesaba katmayı bilen, derinliğine bir öğretim gereklidir. Çünkü yaratıcılık, aklı da bir dereceye kadar kullanarak birtakım tekniklerin kazanılmasına bağlıdır.

Sanat eğitiminden, salt görsel ve plastik alandaki eğitim değil, tüm ifade tarzlarını kapsayan bir eğitim anlaşılmalıdır. Bilinç, yargılama ve usa vurma güçlerinin aslında zekaya dayalı tüm duyumların ve duyguların eğitimidir. Bireyin nesnel dünyadan edindiği algılar ve bunlara ait imgeler yanında, içten gelen ve herkeste bulunan imgelerle, alt-bilinçte oluşan imgeler bulunur. Bunlarda bir tür anlatım biçimi, dili olup, sanat etkinliğinin temel öğelerindendir ve bunlarda eğitilebilirler. Eğitimin genel amacı, her bireyde kişiliğin gelişmesine yardımcı olmaktır. Bunu gerçekleştirmek için de Sanat Eğitimi-estetik eğitim şarttır.



SANAT EĞİTİMİNİN AMAÇLARI:

· Tüm algı ve duyum tarzlarının doğal yoğunluk ve yeğinliğini korumak,

· Çeşitli algı ve duyum tarzlarının birbiriyle ve çevresiyle bağlantısında uyum sağlamak,

· Duyguların anlaşılabilir, paylaşılabilir biçimde anlatımını sağlamak,

· Zihinsel yaşantıların anlaşılabilir biçimde anlatımını sağlamak (düşünce, duygu, duyum, sezgi). Bunların eğitilmesi, kişiliğin gelişmesine neden olacaktır. (READ)

Sonuçta, iyi bir okul önemlidir. Ama ondan daha önemli olan bireyin kişiliğidir. Bu nedenle iyi bir okuldan vasat, kötü bir okuldan ise iyi bir şekilde mezun olunabilir. Nitekim eğitimci yetiştirme amacı taşımayan Sanat okullarından mezun olanlar sanatçı olarak yetiştirilmezler. Bu, insanın kendisindedir, içindedir. Gelişmesi okulda olur, kararı kendisine aittir. Bunun ekimi anne karnında başlar, çevrenin doğru yönlendirmesiyle gelişir. Bunun için eğitim özellikle Sanat Eğitimi doğru ve bireysel bağlamda verilirse yaratıcılık gelişir, mezun olanların alımları yeterli ve kendi gelişimine açık olur. Demek ki başkalarının peşinden giden değil kendi olanlar yaratıcılığa açıktır. Buna olanak tanıma veya tanımama, eğitimciyi ilgilendirir öncelikle. Tabii anne de bir eğitimcidir. Bu anlamda annenin eğitimi de çok önemlidir.


YARATICILIK VE
EĞİTİM SİSTEMİMİZDEKİ BOYUTU

Yaratıcılık, eleştirel bakmak, yeni önermelerde bulunmaktır. Daha önce aralarında ilişki kurulmamış nesneler yada düşünceler arasında ilişki kurulmasıdır. Alışılmışın, bilinenin dışında, farklı, yeni, özgün olmak, problemi görmek, farklı çözüm yollarından giderek yeni sonuçlar çıkartmaktır. Yaratıcılık dünyayı, kendimizi değiştirme eylemliliğidir. Sanatsal yaratma, değiştirme sürecinde öznel iç yaşantının farklı dışa vurumudur. İnsanın deneyimleri, duyarlılığı, algılama tavrı ile yeniden üretimi gerçekleştirmesidir. Öznelin nesnelle diyalektik buluşmasında yeni ilişkilerin bulunması, keşfedilmesidir. Rüyalar, hayal gücü, espri ve düşünsellik, dikkat, yargılama, uslamlama sonucu oluşturulan eylemde sonuca farklı yollardan ulaşmadır yaratıcılık. Yaratıcı insan, yaratıcı süreç içinde geçmişinden, entelektüel birikiminden, deneyimlerinden,algılarından, hayal gücünden yararlanarak, çevresini bu bağlamda değerlendirip aktarma yetisi çerçevesinde sezgi ve araştırma ile özgürce yaratıcı ürünler, yapıtlar oluşturur, farklı önermelerde bulunur. Bu nedenle mevcut olaylar, kuramlar yeniden ele alınır, ancak bakış açısı farklıdır. Gidilen yol orijinaldir. Varılan sonuç özgündür. Bu duyarlılık sürecinin sonucunda yenilik vardır.

Yaratıcılık sanat yapıtında olduğu kadar, bilimde ve güncel yaşamda da geçerlidir. Corbusier, “yaratıcılık sabırlı bir araştırmadır” demiştir. Bilgi ve deneyim birikiminden yararlanarak sentezleme sonucu yeni ürünler ortaya koymak gerekir yaratıcılık söz konusu olduğunda. Birbiriyle farklı olan, ilişkisi olmadığını sandığımız şeylerin ilişkisini kurmak ve yeniyi yaratmak gerekir. Matisse, “görmek yaratmanın başlangıcıdır” demiştir.
Yaratma bir serüvendir, bir heyecandır, bir duyarlılıktır, kuvvetli bir hayalgücüdür. Bunun için de görmeyi bilmek gerekir. Gözümüzden kaçırdığımızı bilgiyle yakalamalıyız. Bu nedenle bol bol okumalıyız. Türkiye’de bu konudaki eksiklik, okuma alışkanlığının azlığı yürekler acısı bir konudur. İstanbul Anadolu Güzel Sanatlar Lisesinde görevliyken ilk bir iki yıl bir şey çok dikkatimi çekmişti. Lüleburgaz’dan gelen öğrencilerin çok güzel okuma alışkanlığı vardı. Hem de güzel kitaplar, yazarlar okuyorlardı. Sorduğumda Yazın öğretmenlerinin yönlendirdiğini söylemişlerdi. Hep o Yazın öğretmeniyle tanışmak ve kutlamak istemişimdir. Ne güzel bir devrim yaratmış . Gerçi yine de A. Güzel Sanatlar Lisesinde olan çocuklar, düz lisede okuyanlardan daha çok okuma alışkanlığına sahiptiler. Sanat kültür getirir. O lisede dikkatimi çeken başka bir şey daha vardı. Bunu da, çok çalışkan bir öğrencimde yaşamıştım.
Her dersime ( Grafik Tasarım, Temel Sanat Eğitimi ) girdiğimde ilk soru olarak, şu sıralar ne okuyorsunuz, kitabın adı, yazarı hatta yayınevini sorardım. Öğrencinin biri seçtiği yazarın tüm kitaplarını okurdu hep. Ben ayrıca gittikleri sinema, tiyatro, sergi konferans ve saydam gösterilerini de sorardım. Aşağı yukarı bunları da takip etmesine karşın farklı olaylar arasında ilişki kuramaz, bir görsellikteki ( film ) alıntıları diğer bir alana, Grafik Tasarımdaki araştırmalarına harmanlayarak eklemleyemezdi. Çok çalışkan olduğu için kurtarıyordu bazı şeyleri... Demek ki tüm bunlara karşın bazı şeyler vardı eksik kalan, kendisine verilmeyen, alıştırılmayan. Bu nedenle doğuştan gelenlerin yaşantıda yeşertilmesi çok önemli. Yoksa o güzelim yetiler yok olup gidiyor.


Yaratıcılık kendini tanımayla başlar. Bizler ise tüm dünyayı sorgularız, bunu doğruda yaparız ama bir kişiyi sorgulamayı unuturuz. Kendimizi. İçinden geleni yapmak gerekir yaratım adına Ancak bizler “elalem ne der” diye yetiştirilmişizdir çoğu kez. O baskıyla saklarız içimizdeki çocukluğu, güzelliği, hayalleri, ütopyaları... Esprili, neşeli olmak hafif olmakla karıştırılır bazen de. Tıpkı samimiyetin laubalilikle, özgürlüğün laçkalıkla, disiplinin despotlukla karıştırılması gibi. Halbuki espride yaratmanın ta kendisidir.
Farklı düşünmek insanı toplumdan soyutlar diye korkarız.