Translate

30 Aralık 2020 Çarşamba

ISPARTA'NIN AYDINLIKÇI REİSİ: MEHMET ALİ TÜFEKLİ

 

           
        Ruhun Şad Olsun Yiğit Savaşçı
            "Her zaman idolüm oldun"


 Benim çizdiğim bir karakalem portresi...

(Dayım Mehmet Ali Tüfekli 

Doğu Perinçek'in kaleminden)


ISPARTA'NIN AYDINLIKÇI REİSİ: MEHMET ALİ TÜFEKLİ

 “Çukurova bayramlığın giyerken, Çıplaklığın üzerinden soyarken, Şubat ayı kış yelini kovarken, Cennet dense sana yakışır dağlar” Karacaoğlan’ın Çukurova şiirinde cenneti yakıştırdığı dağların yamacında dokuz köy yerleşiminin bulunduğu Tapan’ın Paşalı Köyünde dünyaya geldiğinde takvim yaprakları 16 Ocak 1945’i gösteriyormuş... 

 TÜFEKLİ DEDELERİN SOYADI ARMAĞANI

 İstiklâl Savaşı yıllarında dedeleri tüfek yaptıkları için, sülalesi 60 Tüfekliler olarak anılıyor. 1934 yılında çıkarılan Soyadı Kanunu üzerine Tüfekli soyadını alıyorlar.

 Mehmet Ali’nin soyadı İstiklâl Savaşı mirası. 

 Oğlu Bora Tüfekli anlatıyor babasını: “Toroslar’ın yetiştirdiği onca devrimcinin ısrarcı, inatçı, kararlı ve bir o kadar naif ruhunu babamda gördüm hep... 

Askerlikten gelen sert duruşunun altındaki insancıl yanı, sanatçı Ruhu, onu yakından tanımaya başlayanları önce şaşırtır ve heyecanlandırır, sonra da onun nazarlığı oluverir... 

 “Bir çocuğun kendisini tanımaya başladığı yıllarda kendisine edindiği rol model babadır hep... 

Ben de paylaşmayı, bölüşmeyi, haksızlıklara karşı dövüşmeyi babamdan öğrendim."

  “Hayatı kendi içimde anlamlandırmaya çalıştığım yıllarda sık sık evimize gelen misafirler, babamın her hafta saatlerce notlar alarak okuduğu 2000’e Doğru dergisi, televizyonda bazen hafif küfürlerle izlediği tartışma programları geliyor aklıma..." 

 “Sisteme boyun eğmeyen insanların bilinen özelliklerinin yanı sıra; onun yapıcı, öğretici, bıkmadan, usanmadan anlatan, ikna etmeye çalışan ve çoğunlukla başaran yönüne hep imrenmişimdir.”

 HER GÖNÜLDE İZİ VAR

 Isparta’da onu herkes “Aydınlıkçı Reis” olarak tanır... 

Her ilçesinde, her beldesinde, her köyünde, her mahallesinde, her dağında, her taşında, her gönülde izi vardır Aydınlıkçı Reis’in... 

Astsubaylıktan ayrılıp fotoğrafçılık yaptığı yıllarda elinden düşürmediği piposu ve öncü tavırları nedeniyle arkadaşları ona “Reis” demişler. 

“Aydınlıkçı Reis”.

 1965 sonrasında Türk Silahlı Kuvvetleri’nde Mustafa Kemal’in astsubayı. 

 1970’lerin sonunda DİSK Genel İş’in Isparta Şube Başkanı, yaman bir sendikacı... 

Isparta Belediyesi’nin tarihindeki ilk grevin işçi önderi...

 TİKP’in İl Başkanı yiğit bir Aydınlıkçı... Isparta’da emek kalesinin, vatan kalesinin, namus kalesinin mazgallarında nöbetçi, yorulmayan savaşçı. 

 AYDINLIKÇI REİSİN GÜVENLİ BAKIŞI Aydınlıkçı Reis, şimdi yine yaman bir mücadelede, kanserle savaşıyor. 

10 Mart günü Isparta Şehir Hastanesi Yoğun Bakımında elinden tuttum.

 İki elimle kucakladım ellerini. Namuslu elin, üreten elin, güvenli elin sıcağı. 

Devrimci bileğin bükülmezliği. 

 Göz göze bakıştık.

 Bu dünyadan giderken, gözünün arkada kalmaması için nasıl bakılırsa, öyle baktım O’na. Gülerek yanıt verdi. Güven dolu bakışlarını bırakıyordu bize. Biliyorum Aydınlıkçı son nefesinde hep bu dünyadan gidişini değil, yarınları düşünür. Umutlarını, özlemlerini emanet ettiği Partisidir aklında ve fikrinde olan. O’na bakışlarımla söz verdim. Bizden istediği oydu çünkü. Bu yazıyı o son nefesini vermeden yayınlıyorum. O çok iyi biliyor, emanetler kutsaldır. 

 HER ZAMAN EMEK VE PARTİ FEDAİSİ 

Hayatı hep mücadeleyle geçti Mehmet Ali Tüfekli’nin... 

Kimi zaman özelleştirmelere karşı düzenlenen bir yürüyüşün başında... Kimi zaman maaşlarını alamayan işçilerin hak mücadelesinde...

Kimi zaman çiftçiye konan kotalara karşı köy mücadelesinde... 

Kimi zaman mahkeme salonlarında vatansızlarla ve cumhuriyet yıkıcılarıyla hesaplaşmada...

 Kimi zaman Silivri duvarlarının önünde... 

 Ama her zaman eğilmeyen ve bükülmeyen. Her zaman insancıl ve fedakâr. Her zaman bilgi ve bilim peşinde. Her zaman Partinin fedaisi. Her zaman bir kahramanlık destanı. Şimdi Türkiye, kahramanlık çağına girmiştir. 

Mehmet Ali Tüfekli bıraktığı hatıralarla her zaman kahramanların önünde olacaktır. 

 DOĞU PERİNÇEK

24 Aralık 2020 Perşembe

Boris Leonidovich Pasternak

 Boris Leonidovich Pasternak

1890/1960 Moskova.

Rus şair, oyun yazarı, romancı, çevirmen. 



 1990 tarihli bir posta pulunda...

Çağımızın en büyük şairlerinden biri sayılmaktadır. 1920'lerde Rus edebiyat çevrelerinde "şairlerin şairi" unvanını alan sanatçı, SSCB'nin kültür politikasını yönetenlerle ile ters düşmüş ve şiirleri 1936'den itibaren ülkesinde yasaklanmıştı.Goethe, Rilke, Shakespeaɾe Paul Veɾlaine'in eseɾleɾini Rusça'ya kazandıɾmış çok başaɾılı biɾ çeviɾmendiɾ. 1957'de ilk defa İtalya'da yayımlanan Doktoɾ Jivago adlı ɾomanı ile tüm dünyada tanınan sanatçı 1958 Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık göɾülmüş, baskılar sonucu ödülü ɾeddetmiştiɾ.25 Ekim 1958 günü, Nobel'i ɾeddetmeden önce Moskova Edebiyat Enstitüsü tüm öğɾencileɾini Pasteɾnak'ı ve ɾomanını kınayan biɾ dilekçe yazmaya ve onu Sovyetleɾ Biɾliği'nden süɾülmesi iςin biɾ gösteɾi düzenlemeye çağıɾmıştı. Pasternak, Nobel Ödülü'nü ɾeddetmesine ɾağmen Sovyet basınında kınamalaɾ devam ettiği ve süɾgün edilmesi tehdidi süɾdüğü iςin doğɾudan Nikita Khɾushchev'e yazdı ve anavatanından ayɾılmasının kendisi iςin ölüm anlamına geleceğini söyledi. Bu mektup ve Hindistan Başbakanı Jawahaɾlal Nehɾu'nun müdahalesi sonucu yazaɾ vatanından süɾgün edilmedi. Jivago sonɾasında sevgi, ölümsüzlük, Tanɾı'ya kavuşma konulaɾında şiiɾleɾ yazdı. Bu şiiɾleɾi 1959'da kitaρlaştıɾdı aɾdından biɾ oyun yazmaya yöneldi. 30 Mayıs 1960'ta akciğeɾ kanseɾinden hayatını kaybetti.


18 Aralık 2020 Cuma

KARARSIZLIK ÖLDÜRÜR

 


Bir gün bir üniversitede profesör derse girer, bir tahta kutunun içerisine bir fare koyar ve kutuyu kapatır.

3 Gün sonra tekrar derse girdiğinde kutuyu açar.

Fare ölmüştür.

Kutunun dört bir tarafında fare tarafından kemirilmiş yüzlerce çentik vardır.

Kutuyu tüm öğrencilerine göstererek farenin niçin öldüğünü sorar.

Öğrencilerin bir kısmı farenin açlıktan, diğer bir kısmı susuzluktan, diğerleri havasızlıktan öldüğünü söyler.

Profesör öğrencilere bilemediniz, bu fare kararsızlıktan öldü der.

Bakın bu fare kutudan çıkmak için bir tarafı kemirmeye başlamış, daha sonra umudunu kesmiş diğer tarafı kemirmeye başlamış, yüzlerce yere çentik atarak enerjisini kaybetmiş ve ölmüştür.

''Eğer bu fare kutudan çıkmak için tüm enerjisini kutunun bir köşesini kemirmeye harcasaydı kutuyu delecek ve kurtulacaktı''der ve sonunda yorumu patlatır.

"Kararsızlık Öldürür."

17 Aralık 2020 Perşembe

MANASTIRLI HAMDİ

 


ATATÜRK’ÜN MASASINDA PİSLİK İÇİNDE BİR ADAM...VE GEÇİM SIKINTISIYLA ÖLEN BİR MİLLİ KAHRAMAN..

1920 yılının Aralık ayıydı.

Mustafa Kemal Paşa Ankara Ziraat Okulu’ndaki Heyeti Temsiliye Karargahı’nda dönemin önemli kişileriyle bir yemek masasındaydı

Hemen yanında, üstü başı pislik içinde, saçı sakalına karışmış gözlük camları bile kirli biri durmaktaydı..

Üstelik baş köşede..

Yemeğe gelenler, bu tanımadıkları adama garip garip bakıyor ve ‘aman değmeyelim’ der gibi uzağından geçiyordu..

Herkes meraktaydı..

Ne işi vardı bu adamın Mustafa Kemal’in yanında?.

Bu kıfayetle nasıl olurdu Atanın huzurunda?

Herkes masaya oturduktan sonra Mustafa Kemal bu meçhul kişiyi tanıttı.

“Efendiler, şu yaklaşmak istemediğiniz kişi pek azımızın görebildiği büyük hizmetler yapmıştır. Kendisine hürmet ve muhabbet borçluyuz. Bu adam kahraman, Manastırlı Hamdi’dir”

Evet..Manastırlı Hamdi’ydi o çulsuz(!) adam..

Mustafa Kemal’in dediği gibi bir kahramandı..

Tarih 16 Mart 1920..

Milli mücadelenin en kara günleri..

Saat 10.00 suları.

Ankara telgrafhanesinde Mustafa Kemal’e bir mesaj düştü..

“İngilizler bastı bu sabah, Şehzadebaşı’ndaki muzika karakolunu.

müsademe edildi. İşgal altına alıyorlar İstanbul’u şimdi. Berâyi malûmat arzolunur.

Manastırlı Hamdi”

Mustafa Kemal bir yanlışlık olup olmadığını anlamak için, metni bir kez daha okudu..

Sonra sordu.

“İşgal yerel mi, yoksa bütün İstanbul’u mu kapsıyor..Silahlı karşı koyma var mı?”

İstanbul ‘dan cevap geldi.

''Paşa Hazretleri, Harbiye Telgrafhanesi’ni de İngiliz deniz askerleri işgal edip teli kestiği gibi, şimdi bir taraftan Tophane’yi işgal ediyor, diğer taraftan da zırhlılardan asker çıkarıyorlar. Durum vahimleşiyor efendim. Sabahki çarpışmada 6 şehit ve 15 yaralımız vardır. Paşa hazretleri emirlerinizi bekliyorum…Hamdi”

Mustafa Kemal beklemeksizin talimatı verdi.

“Hamdi oğlum, benim imzamı kullanarak Edirne’ye Cafer Tayyar Bey’e, Bandırma Kolordu Komutanı Yusuf İzzettin Paşa’ya, İzmir Kumandanlığı’na vaziyeti haber ver. Sonra da durumu bana bildir”

Hamdi cevap verdi.

“Emredersiniz paşam”

Evet… Atatürk’ün o yemekte yanı başına oturttuğu üstü başı berbat, saçı sakalına karışmış o Hamdi, bu Hamdi’ydi..

İstanbul’un işgalini Ankara’ya bildiren Manastırlı Hamdi’ydi..

Mustafa Kemal’ın büyük Nutuk’ta sözünü ettiği Hamdi..

“Bu hamiyetli ve cesur, Manastırlı Hamdi efendi olmasaydı, İstanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık.. Kendisine borçlu olduğum teşekkürü burada açıkça ifade etmeyi millî ve vatanî görevlerimden sayarım” 

(Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk)

İstanbul’da yüzlerce nazır, komutan, milletvekili, işgali Ankara’ya bildiremezken, ölümü göze alan telgrafçı Hamdi’ydi.

Nazım Hikmet’in destanlaştırdığı Hamdi’ydi.

Peki kimdi bu kahraman Manastırlı Hamdi?

Hamdi Bey, 1891’de Makedonya’nın Manastır kentinde doğmuştu..

O nedenle Manastırlı diyorlardı.

Ailesinin durumu iyiydi.. 1911’de Sırplar Makedonya’yı işgal edince İstanbul’a göç etmişlerdi.

Babası Ahmet Efendi öldükten sonra aile ekonomik açıdan dara girdi.

Manastırlı Hamdi Bey, günlerce iş aradıktan sonra, 1919’da İstanbul Merkez Postahanesi’nde (Bugünkü Büyük Postahane) telgraf memuru olarak göreve başladı.

Mustafa Kemal ile ilk tanışması, aslında İstanbul’un işgalinden önceydi..

1919’un sıcak bir Temmuz gecesi, Manastırlı Hamdi Bey nöbetteydi.

Birden makine çalıştı ve Erzurum İstanbul’u arıyordu..

Karşıdan, “İsmin ne?” sorusu geldi.

“Manastırlı Hamdi” dedi.

Erzurum’dan gelen “Ben Mustafa Kemal” mesajını görünce şok oldu.

1941 yılında Son Posta Gazetesine verdiği röportajda o anı şöyle anlattı:

“Onun adını duymamla birlikte yerimden fırladım. Fesimi düzelttim, ceketimin düğmelerini ilikledim ve emredersiniz paşam cevabını verdim”

Manastırlı Hamdi o günden sonra İstanbul’daki her gelişmeyi Mustafa Kemal’e iletiyor, onun talimatlarını diğer illerdeki komutanlara geçiyordu…

Artık Kurtuluş Savaşı’nın en önemli gizli habercisiydi..

İstanbul’un işgalini Mustafa Kemal’e haber verdikten aylar sonra İngilizler’e esir düştü..

Padişah yanlısı kendi vatandaşları ispiyon etmişti Manastırlı Hamdi’yi..

“Mustafa Kemal’e yardım ve yataklık” yapmak suçuyla idam mangasının karşısına çıkacaktı..

Ancak bir fırsatını bulup kaçtı..

Bu arada Mustafa Kemal, Manastırlı Hamdi’nin tutuklandığını öğrenir öğrenmez 56. Fırka Komutanı Bekir Sami Bey’e telgraf çekmiş ve kurtarılmasını istemişti..

Bunun üzerine İstanbul’daki gizli teşkilatla temasa geçilerek Manastırlı Hamdi Bey’in Anadolu’ya kaçmasına yardımcı olunması istenmişti.

Manastırlı Hamdi, bir kaç gün dinlendikten sonra İstanbul’daki Kuvvai Milli’nin yardımıyla Mudanya’ya gidecek bir gemiye bindirildi.

Geminin kaptanı da Kuvvai Milli’liydi ve onu kiraz küfelerinin arasına gizledi..Üstünü de küfelerle örttü..

Tehlikeli bir yolculuk sonrası önce Mudanya’ya, ardından Eskişehir’e, son olarak da Ankara’ya ulaşabildi Manastırlı Hamdi..

Mustafa Kemal’in yemeğinde üstünün pislik içinde olmasının nedeni de bu yolculuktu..

Sonra Kurtuluş Savaşının bir çok cephesinde görev aldı ve her gelişmeyi Ankara’da aktardı.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Hamdi bey İstiklal Madalyasıyla onurlandırıldı..

Soyadı kanundan sonra ismi 16 Mart nedeniye Hamdi Martonaltı oldu. (Mart Onaltı)

Ankara Merkez Postahanesinde çalıştıktan bir süre sonra evlenerek Konya’ya yerleşti.

Mustafa Kemal her Konya’ya gittiğinde Hamdi beyi ziyaret etti, ilgilendi..

Mustafa Kemal öldükten sonra İsmet İnönü de bir süre arayıp sordu Hamdi beyi..

Ancak, 1942’nin başında ciğerlerinden rahatsızlandı.

Kışın İstanbul’da tedavi olmak zorundaydı ve maaşı buna yetmiyordu..

Geçim sıkıntısına düşünce, dönemin Konya valisi Cemal Bardakçı’ya başvurarak iş istedi.

Oysa hastalığı nedeniyle çalışacak durumu bile yoktu..

Vali onu Akşehir’in Turgutlu bucağına nüfus memuru olarak atadı…

Bir iki yıl sonra da 9 Aralık 1945 günü Konya’da vefat etti ve sessiz sedasız Konya Musalla mezarlığına gömüldü.

Son nefesini verdiğinde ailesi ay başını zor getiriyordu..

Bugün bir vatanımız varsa, bu Manastırlı Hamdi ve onun gibi binlerce kahramanın sayesindedir..

Kara Fatma’nın, Sütçü İmam’ın..

Karayılan’ın Kambur Kerim’in..

Zeybeklerin, Efelerin, çetelerin..

Yüreğini vatan sevgisiyle doldurup, ölümü hükümsüz kılan yüzlerce isimsiz neferin..

Hatta Hindistanlı kölelerin..

Bu vatan onların sayesinde işgalden kurtuldu..

Bu insanların kanlarıyla, canlarıyla kuruldu o Cumhuriyet..

Ama biz onları unuttuk..

Dikkat edin, çoğu geçim sıkıntısıyla öldü bu insanların..

Okul kitaplarımız yazmıyor onları..

Tarih yazmadı..

Yazsa bile, bir iki cümleyle geçiştirdi..

Filmleri de yapılmadı.

Yeni nesilden kim biliyor adlarını?..

Kim anıyor, ölüm yıldönümlerini?..

Gördünüz mü, mezarlarına gidip bir fatiha okuyanını.

Mekanları cennet olsun. Nurlar içinde yatsınlar.

(Alıntı : Sedat Kaya)

4 Aralık 2020 Cuma

DR. REŞİT GALİP

 



Çankaya sırtlarında oturan Ankaralılar, şehre Reşit Galip Caddesi’nden geçerek inerler. Pek azı bu ismin kim olduğunu bilir. Bu bilinmezlikte belki Dr. Reşit Galip’in 41 yaşında göçüp gitmesi rol oynamıştır, belki de İnönü’yle yıldızının hiç barışmaması… Rodos’ta doğan Reşit Galip, ortaokulu bitirince kardeşiyle bir sandala binip Marmaris’e gelmiş. Liseyi İzmir’de okumuşlar. Kardeşi Hüseyin Ragıp (Baydur) diplomatlığı seçip büyükelçilik yapmış. Reşit Galip ise İstanbul Tıp’a gidip doktor olmuş. Öğrenciyken gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na katılmış. Kafkas Cephesi dönüşü öğrenimini tamamlayıp fakültede asistanlığa başlamış. 1923 Mart’ında, hekimlik yaptığı Mersin’e Mustafa Kemal Paşa geldiğinde Paşa’nın huzurunda konuşmuş ve gözlerine doğru bakarak şöyle demiş: ‘Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmendir.’ Herkesin yüceltme yarışına girdiği günlerde Gazi’yi ‘milletin bir ferdi’ sayan 30 yaşındaki bu hatip, herkesin dikkatini çekmiş. Tabii en çok da Gazi’nin… Kemal Paşa ona milletvekilliği önermiş ve Dr. Reşit Galip, Ocak 1925’te Meclis’e girmiş. Bir süre İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış. CHP İdare Heyeti’nde görev almış. Türk Ocakları’nda, Halkevlerinde çalışmış. Yine Atatürk’ün isteğiyle Serbest Fırkaya girmiş. Ve Atatürk’ün sofrasına oturmuş. Onu bakanlığa taşıyan süreç de o sofrada başlamış. Bu sofra sahnesi pek çok tanığın anılarında vardır: 1931 sonbaharıydı. O geceki tartışma, Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet’in bir yakınmasıyla başladı. Esat Mehmet, Atatürk’ün Harbiye’den ‘Tabya Öğretmen’iydi. Kazım Özalp’in ‘Atatürk’ten Anılar’ kitabında (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49) yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı. Esat Mehmet, ‘kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini’ belirtti. Bir tamim yayınlayıp daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi. Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı: ‘Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi’ dedi. ‘Bu bir geriliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. inkılaplardan en mühimi, kadınlara verilen haklardır. Başka türlü, Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz.’ Sofra gerildi. Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmadı. ‘Bu konuyu uzatmayalım. Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız’ dedi. Ama Reşit Galip alttan almadı. ‘Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılap ve zihniyet meselesidir! . Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez.’ Reşit Galip’in tartışma yaratmasının özel bir nedeni vardı: Halkevi’nde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyor, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyorlardı. Buna gönüllü kadın öğretmenler için, Maarif Vekâletinden izin alamamışlardı. Reşit Galip ‘Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez’ diye kestirip attı. Atatürk’ün kaşları çatıldı. ‘Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz’ diye çıkıştı. Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti. Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı’nı işaret ederek dedi ki: ‘Devrimci devrimcidir. İnsanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis’te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır.’ Atatürk yeniden uyarma gereği duydu: ‘Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyor mu?’ ‘Kusura bakma Paşam, taşımıyor. Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır.’ ‘Sizi de eleştiririm!’ Bunun üzerine Gazi’nin sabrı taştı: ‘Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı’na hakaret etmenize müsaade edemem’ diye haşladı. Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı: ‘ ‘Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Mesela Rose Noir’a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz.’ İlk kez Atatürk’ün sofrasında Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu. Reşit Galip’in sözünü ettiği Rose Noir, Beyoğlu’nda, Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı. Atatürk bir gece oraya gitmiş, mekânın sahibi Madam Senya’dan ‘İş Bankası’ndan kredi alamıyoruz’ yakınmasını dinlemiş ve orada bir kâğıda İş Bankası Genel Müdürü’ne hitaben ‘yardımcı olunması’ isteğini yazmış, Rus çifte vermişti. Reşit Galip bu iltimas talebini eleştiriyordu. Atatürk bu kez kızmadı; ‘Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin’ diyerek kibarca Reşit Galip’i sofradan kovdu. Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu. Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı: ‘Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır.’ Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp ‘Öyleyse biz kalkalım’ dedi. Sofradaki bütün heyet ayaklandı; Reşit Galip’i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar. Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir: Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı’nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir. Atatürk uyandığında Genel Sekreteri’ne Reşit Galip’i sorar. ‘Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara’ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik’ derler. Atatürk ‘Ankara’ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz’ der. Sonra ‘Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var’ diye ekler. 1932 sonbaharında Atatürk, Reşit Galip’in Ankara Radyosu’ndaki bir konuşmasını dinler; ‘Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile’ demektedir. Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder. Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder. Onun yanına da, hocası Esat Mehmet’i oturtur. Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı’nın 39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar. Rose Noir olayı mı? Onu da hatırlatalım: İş Bankası Genel Müdürü! Muammer Eriş, Atatürk imzalı kâğıdı alınca doğruca Dolmabahçe Sarayı’na gelmiş, Ata’nın ricacı olduğu krediyi vermeye kuralların uygun olmadığını bildirmiş, talebi reddetmiştir. Reşit Galip’in bakanlığı sadece 13 ay sürdü. Bu süre içinde Darülfünundan üniversite reformunu başlattı. Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağladı. Eşi Zübeyre Hanım’ın deyimiyle ‘deli gibi çalışıyor’ ama Atatürk’e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubuyla gidiyordu. Aslında Atatürk’le araları iyiydi. O Gazi’ye ‘Paşam’, Gazi de ona ‘Doktor’ diye hitap ederdi. Bir gün sofradan ayrılırken, Atatürk, ‘Seni eve ben bırakacağım’ demiş. Eve bırakınca O da saygıdan, ‘Ben de sizi uğurlayacağım Paşam’ karşılığını vermiş. Ama kendisinin arabası olmadığından yürüyerek uğurlamış. O gece zatürree olmuş. Dinlenmesi tavsiye edilince 1933 Ekim’inde görevden ayrılmış. 1934 yazında Moda’daki bir deniz kazasında kızlarını kurtarmaya çalışırken akciğerlerini hepten üşütmüş. Bir mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra ölümü bekleyerek, hastalığını takip etmeye başlamış. Keçiören’deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtıp yedi ay kitaplar arasında yatmış. 1934’te, 41 yaşında hayata veda etmiş. ‘Öldüğünde cebinde 5 lira parası varmış’ Her sabah okul öğrencilerini güne başlatan ‘TÜRKÜM, DOĞRUYUM, ÇALIŞKANIM’ ANDI VAR YA … Kim kaleme almış biliyor musunuz? ‘Reşit Galip…’ O ANDIN 1933’ün 23 NİSAN GÜNÜ REŞİT GALİP’İN KALEMİNDEN ÇIKTIĞINI EMİNİM ÇOĞUMUZ BİLMEYİZ. . Kazım Özalp, Atatürk’ten Anılar, (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49)

1 Aralık 2020 Salı

ÇOCUKLARA TEKNOLOJİ ÖĞRETMEK GEREK

 Prof. Dr. Michio Kaku dünyanın en zeki insanı olarak tanınıyor. Çocuklara teknolojiyi öğretmek gerektiğini söyleyen Kaku, çocuklarda internet yasaklarına karşı. Bir de 10 yaşa dikkat çekiyor. 

Yazdığı kitapları satış rekorları kıran “dünyanın en zeki insanlarından biri” olarak tanımlanan fizikçi ve fütürist Prof. Dr. Michio Kaku Türk Eğitim Derneği’nin (TED) “Türkiye’nin Geleceğine İnanıyoruz: Geleceği Okuyoruz” başlığıyla düzenlenen IV. Uluslararası Eğitim Forumu’ndaki konuşmacılardan biriydi. 

Kaku ile geleceğin eğitim sistemini ve mesleklerini konuştuk. Kaku’ya göre birçok mesleği gelecekte robotlar yapacak ama öğretmenlerin elinden işini alamayacaklar.

İşte Kaku’nun başta eğitim olmak üzere gelecekle ilgili anlattıkları… 

Hepimiz aslında doğuştan bilim insanıyız, “Neden” diye sorarız. Çocukların geleceği 10 yaşında başlıyor. Bu yaşta anne babanın dışında başka hayatları keşfediyor, merak başlıyor. Ama süreç 16 yaşında duruyor, bilimsel merak bitiyor. Birinci neden akran baskısı “İnek mi olacaksın? Neden futbol yıldızı ya da pop star olmuyorsun?” diyebiliyorlar. İkinci neden ezbere dayalı eğitimde bilimin sıkıcı gelmesi. 10-16 yaş arasında çocuklara ilham vermek, rol model bulmak, bilimsel merakını öldürmemek ve heyecanlandırmak gerekiyor ki bu ilgi tüm yaşamı boyunca sürsün. 

Eğitim sistemi 1950’li yıllarda nasıl yaşayabileceğimizi çok iyi öğretiyor ama gelecekteki değişimlere nasıl ayak uyduracağımıza ilişkin bilgi vermiyor. 

Bilgiye herkes ulaşabilecek. Tabletler, ders kitapları kalmayacak. Google gözlükleri gibi kontak lensler olacak. Öğrenci ‘göz kırpma’ ile tüm bilgilere ulaşacak. Bu da eğitimi altüst edecek. Öğrenci formülleri ezberlemek zorunda kalmayacak. Tüm derslikler üç boyutlu olacak. Ezber kalkacak. bu yüzden öğretmen çok önemli olacak. Öğretmen kılavuzluk edecek, yol gösterecek, mentor olacak. 

Öğrencinin ‘ders kaçırdım’ bahanesi olmayacak. Ders odasının duvarına yansıtılacak. Kaçırdığınız derste anlamadıklarınız olursa roböğretmen anlatacak. Ama gerçek öğretmenlerin yerini öğrencileri anlayamadığı, mentorluk yapamadığı için tutamayacak. Okullar, sınıflar hep olacak. Çocuklar okullarda hem internet hem de sosyal becerileri öğreniyorlar. 

İnternetten çocukları mahrum bırakırsanız sosyal olarak başarısız olurlar. Hem eski yöntemle yani diğer çocuklarla birlikte olup, kıskançlık, paylaşım, kavga gibi insani duyguları sosyalleşerek yaşamalı. Hem de sosyal medyayı öğrenmeli. 

Gelecekte üniversite diploması daha önemli olacak. Diploması olmayanların maaşı için tavan olacak ve bunu aşamayacaklar. Varlık ve refah teknolojiden ve bilimden gelecek.

Geleceğin en büyük üniversitesi iCloud (bulut) olacak. Günümüzde bile MIT ya da Stanford’daki derslere internetle erişiliyor. Ama e-eğitimi bırakanların oranı yüzde 90. Çünkü burada ev ödevi, değerlendirme, yönlendirme, hatta akran baskısı yok. Onlara kılavuz edecek kimse yok. Eğitimde başarı için iletişim, kişisel dokunma şarttır. Bu yüzden işte öğretmenler hep olacak. 

Kendini tekrarlayan işler yani brokerlik, acentelik gibi meslekler robotlar tarafından yapılacak. Ama çöpçülük, bahçıvanlık, polislik, inşaat işçiliği gibi meslekler gelecekte hep olacak. Yaratacılık, hayal gücü gerektiren konularda robotlar çalışamayacak.

Zekanın IQ ya da babanızın parasıyla ilgisi yok. Zekâ geleceği görmek, geleceği tasarlamak demektir. Başarılı ve zeki insanlar, 10 yıl, 20 yıl sonrasını düşünür. Daha az zekiler ‘Şu an ne yapabilirim?’ der, kısa vadelidir. 

Gençler her şeyi Facebook’a yüklüyor. 15-20 yıl içinde duygu ve anılar da SMS olarak gönderilip, sosyal medyada paylaşılacak. İlk kullanıcılar çocuklar olacak. Bugün Japonya’da gençler partide kulaklık takıyor, size ilgi duyan varsa kulaklıklar aşağı yukarı inip çıkıyor. 

Tuvaletlerde çipler olacak ve likit biyopsi yapacak. Kanser genlerinizi size oluşmadan tuvalet söyleyecek. Üç boyutlu tasarımları evinizin salonunda yapacaksınız. İnsan organlarının çıktısını yazıcıdan alacaksınız. Kendi hücrelerinizden böbreğinizi salonunuzda üreteceksiniz. 


kaynak: haberturk 


Yayınladığımız alıntı yazılarda yanlış ya da güncel olmayan bilgiler, imla hataları veya anlam bozuklukları bulunması durumunda bundan Düşünbil Dergisi sorumlu değildir.

Alıntıdı