Translate

24 Eylül 2010 Cuma

Eğrilterek Eğitmek mi Eğiterek Doğrultmak mı?

Eğitimde şu an temel sorun öğrencinin öğrenip öğrenmediği değildir. Sorun velidir, sorun öğretmendir. En masum olan öğrencidir. Ödev konusunda da bu böyledir.  (Fahrettin Eşgünoğlu)
Altan Akay: Tecrübelerinize dayanarak soracağım çok şey var ama öncesinde bir eğitimci ve eğitim çağındaki bir gencin babası olarak, var olan ve alışılagelmiş eğitim teknikleri ile çocuklarımızın öğrenebilirliklerinin çakıştığı noktalar var mıdır sizce?
Fahrettin Eşgünoğlu: Şöyle bir tanımla başlayabiliriz. Öncelikle bireyin gelişimindeki eğitim ve öğretim kavramları içinde nerelerde olmamız gerektiğine bakmak lazım. Klasik tanımla öğretim; herhangi bir sistemin yetiştirmek istediği birey tipine uygun bir müfredatın hazırlanması, bunun da o çocuklara verdirilmesinin sağlanması olarak tanımlanabilir. Nerede olacak? Okullarda. Kim aracılığıyla? Öğretmenler aracılığıyla. Eğitim boyutunda ise bu çok tanımlanmış bir alan değil. Bu öğretmenin kendi becerisine kalmıştır. Öğretmen, zaman içerisinde kendi yaşantısından edindiği bilgi, deneyim ve tecrübeleri de harmanlayarak kendi tipi gibi bir birey yetiştirmeyi hedefler, amaçlar.
Eğitim ve öğretimi ikiye ayırdınız. Siz nasıl tanımlıyorsunuz onları?
Az önce söylediğim gibi. Öğretim içinde yaşanılan sistemin yetiştirmek istediği birey tipine uygun hazırladığı müfredat programlarının bireylere öğretilmesi ile sınırlı dar bir alan. Eğitim ise bireyin çocukluğundan başlayıp yaşamı boyunca olan bütün davranış ve düşüncelerinin toplamı. Bu davranış ve düşünceleri belirli bir süzgeçten geçirerek hayata uygulama çabası.
Burada benim aklıma şöyle bir düşünce geliyor. Eğitim bilimleri konusunda bazı eğitimcilerin sıkıntı çektiğini düşünüyorum. Sebep de şu ki; zamanında sınıf içerisinde benim veya başka kişiler hakkında öğretmenlerimizin söylediği sözler, zaman zaman bizi küçük düşürür ve yıpratır olmuştu. Buradan yola çıkarak meslek kazanmak hususundaki yolu değerlendirdiğimiz zaman sizce mühendislikte mi öğretmenlikte mi daha seçici olmak lazım adayları seçerken? Bazı sanat dallarında olduğu gibi özel yetenek sınavları yapılmasını düşünmüyor değilim öğretmenlikte de...
Doğru. Buna tersinden başlayabiliriz. Mesleklerin hepsi kendi alanında hakikaten değerli mesleklerdir. Bunların içinde öğretmenlik çok çok özeldir diyerek öğretmenliği yüksek derecede kutsamak çok da doğru değildir. Ama bir şeyi söylemekte fayda var. Mühendisliğe giden yolu açan öğretmenliktir. Böylesi bir öneme vurgu yapmak lazım. Sorunuz son cümlesine kesinlikle katılıyorum. Öğretmen yetiştiren kurumların son senesinde alınan diploma üzerinden mesleğe atama yapılmamalıdır. Onun ötesinde de özel yetenek gerektiren bir ölçüm ile öğretmenin ölçme değerlendirmesi yapılmalı ve arkasından mesleğe atanmalıdır. Hatta daha da ileri giderek meslek yaşamı boyunca bu ölçme değerlendirmelerin sürdürülmesi gerekir. Hala bu konuda yeterli olup olmadıkları, kendilerini geliştirip geliştirmedikleri kontrol altında tutulmalıdır.
Bildiğim kadarıyla bir teftiş sistemi var.
Aslında yok... Eskiden vardı sağlıklı değildi. Şimdi ise bütünüyle işlevselliği kalktı. Şimdi öğretmen öğrencileriyle baş başa bir dünyanın içinde diyebiliriz. Bakanlık sadece öğretilmesi ve öğretilmemesi gereken konuları söylüyor.
Teftişler yapılıyor ama teftiş yapan görevlinin öğretmenlere karşı bir yaptırımı kalmadı diyorsunuz yani?
Kalmadı. Teftiş sistemi şimdi biraz daha yumuşatıldı. Adına müfettişlik denilen kurum sadece yılda bir kez yetebildiği kadar öğretmene yol gösteriyor. “Şöyle yaparsan daha iyi olur” şeklinde. Niye yapmadın durumu kalmadı. Bakanlığını bakış açısı ile öğretmenleri teftiş eden ve öğretmene not veren sistem artık yok. Onların yaptırım yetkisi ellerinden alındı. Görüyoruz ki; müfettişler de teftiş edecek kadar öğretmenlere yeterli olamayabiliyor. Müfettişler de sonuç itibariyle eğitim öğretim camiasından alınan teftiş konusunda çok farklı eğitim öğretim görmemiş biz meslektaşlarımızdan oluşuyor. Müfettişlerin de eğitime bakış açısı öğretmenlerle kıyaslandığında çok fark etmiyor.
Bu alanda üniversitelerde eğitim veren özel bir bölümün oluşturulması daha sağlıklı olur mu sizce? Daha eğitim bilimlerine yönelik...
Şöyle düşünülebilir. Adına müfettiş denilir, eğitim uzmanı denilebilir fark etmez. Sınıfta bocalayan ya da bir yere başvurmak isteyen öğretmenin ilk gideceği yer bir eğitim uzmanı olmalıdır. Bu eğitim uzmanı da okullar ile Milli Eğitim Bakanlığı ile ortada bir yerde pozisyon alabilir. Yani öğretmene ihtiyaç hissettiğinde danışacağı, başvuracağı ve tartışacağı bir kurum haline getirilebilir. Ama bunu söylerken eski müfettişlik sistemini kastetmiyorum. Çok da doğru bir sistem değildi.
Kısa bir süre önce bir eğitimcinin düşüncelerine bir veli aracılığıyla vakıf oldum. Söylenen şu ki; çocuklara yazın yoğun bir ödev programı verilmediği sürece, öğrencilerin bilgilerini unuttuğu yönündeydi. Biz bolca verelim, onlar yapamasa bile bilgiler taze kalacak diye düşünülüyormuş. Geçmişe baktığım zaman sayfalarca ödevin birikmiş olması düşüncesi beni yaz tatilimi yaşamaktan alıkoyardı. Üstüne bir de yapamadığım kısımlar olması dönüşte nasıl bir tepkiyle karşılaşacağım konusunda beni düşündürür ve güvensizliğe iterdi. Siz ne düşünüyorsunuz?
Sanırım şöyle bir bakış açısı ortalama olarak kabul görür. Kontrol edilmeyen ödev ödev olmaktan çıkmıştır. Sadece bir angaryadır. Bazen de öğretmenin ne yapacağını çok bilmeden boşuna çırpınışıdır. Aslında o bilir ki verilen ödevlerin çoğu yapılmayacaktır. Yapanlar da her zaman kendi çabalarıyla yapmamaktadır ki biz öğretmenler bunu anlayabiliriz…
Gördüğüm bir şey de şu ki; verilen çok ödevi yapmak öğrenci için bir içsel tatmin sağlıyor. Bu tatmini de kendisine verilen sözüm ona o zor görevi başarıp yaptıklarını etrafındakilere göstermekten elde ediyor. Bu bana çocuk yaştaki bir birey için hoş gelmiyor açıkçası.
Aynen öyle. Eğitimde şu an temel sorun öğrencinin öğrenip öğrenmediği değildir. Sorun velidir, sorun öğretmendir. En masum olan öğrencidir. Ödev konusunda da bu böyledir. Veli inanılmaz bir biçimde çocuğuna ödev verilmesinden yanadır. Bu, öğretmen ve öğrenci üzerinde bir baskı oluşturur. Ödev vermeyen öğretmen, öğretmen değildir gözüyle bakıyor veliler. Öğretmen de bu sarmal da ben çok ödev vereyim iyi öğretmen olayım der. Burada da ezilen öğrenci olur. Hatta yoğun ödev altında başarılı olamayan öğrenci psikolojik sıkıntı içerisine yoğun bir şekilde girebilir. Olumsuz tavır besler. Örneğin matematikten verilen ödevi yapamayan çocuk ben bu işi yapamıyorum der ve derse karşı olumsuz tutum geliştirmiş olur. Sorun burada veli öğretmen ilişkisi üzerine dayalıdır. Bu eğitimde korkunç bir sistem sorunudur. Takip edilmeyen ödev aynı zamanda öğrenciye de zarardır. Ne gibi? Çocuk rastgele cevaplamış olabilir. Kontrol edilmediği için bir sonuca varılmamıştır. Öğrenciye verilen ödevi evde aile yapmıştır ki öğretmen bunu bilir. Yine bir sonuca varılmamıştır. Yaz tatillerinde verilen ödev de böyledir, günlük verilen ödev de böyledir. Çocuğunun ödev aldığını duyan veli mutlu olmuştur.  Ödev verdiği için öğretmen mutludur. Bunun sonucunun da eğitim öğretim açısından hiçbir değeri ve kayda değer bir tarafı yoktur.
Bir örnekle devam edebiliriz. İlköğretimde proje performans ödevleri verilir öğrenciye. Çocuk ilk olarak yardım alabileceği bir büyük yoksa internetten bilgiyi olduğu gibi indirir. Altına adını ve soyadını ekler getirir verir öğretmenine. Bu işlenmemiş bir bilgidir. Öğretmen çok dert etmez bunu. İkincisi, ödev, el becerisine dayanan bir performans ödevi ise; maket yapacaksa veya bir tasarım yapacaksa bunu en güzel biçimde veli yapar. Bu çalışmanın hemen hemen hiçbir yerinde öğrenci yoktur. Sadece izlemiştir. Sınıfa böyle iyi bir proje getirildiğinde öğretmenin de yapabileceği bir şey yoktur. 100 üzerinden 100 verir ve bu sırada bunu veli de bilir. Veli mutludur; öğrenci, yüksek not aldığı için mutludur; içinden en iyisini seçip sınıfın en güzel yerine koyan öğretmen de mutludur. Herkesin kendisini kandırdığı bir sistem haline gelmiştir.
Fakat şöyle bir şey yapılabilir. Öğrenci kendi ilgisine yönelik bir alana motive edilir, o alanda, o konuda rol alırsa, o rolü ailesinden sadece destek alarak bir çalışmayla yürütebilir. Probleme dayalı eğitim mantığı yöntemi tam olarak bunu içerir. Ama biz de uygulanabilirliği zordur. Çünkü en temel sıkıntı sınıflardaki öğrenci sayısının çok olmasıdır. Bunu 15 20 kişilik sınıflarda yaparsınız, sınıfı 3 4 ayrı kümeye bölersiniz, sorun yoktur.
Bana göre ödevde temel sorun öğretmenin “sana şunu veriyorum yap” demesi ve öğrenciyi cezalandırır bir pozisyona girmesidir. Yaz tatilinde bazı öğretmenlerin binlerce sayfa test ödevleri vermesi gibi. Bunun yerine çocuğun ilgi alanlarını motive ederek ve kamçılayarak, ona kendi yapmasını istediği biçimde bir araştırma verilebilir. Bu çocuk için daha keyiflidir. Kendi aradığı için bir ceza olarak görmez bunu. Bu konuda çalışma yapılabilir ama yaptığı çalışma sonuçta mutlaka denetlenmelidir.
Çocuklara ilköğretim seviyesinde verilen eğitimin devamında çocuğun durumuna göre daha yatkın olduğu sayısal veya sözel diye tabir edilen derslerin yerine sanat spor gibi dallara yönlendirmek o çocuktan gelecekte alınacak verimi arttırabilir mi?
Arttırılabilir tabi. Bu ülkedeki ilköğretim okullarında herkes şunu bilir. Teneffüs başlama zili çaldığında ortalama olarak 10 saniye içinde sınıf terk edilir. Sebebi öğrencilerin dersten sıkılmasıdır. Oysa bir yangın tatbikatında bu süre 20 saniyelere çıkar çünkü o da bir görevdir çocuk için. Bunu neden söylüyorum? Çocukların çoğunun okula gidişlerindeki istek, arkadaşlarıyla bir arada olmalarından ve güzel vakit geçirmeyi sevmelerinden kaynaklanmaktadır. Öğrenme bilgi edinme çoğu için bir işkence gibidir.
O zaman eğitimde öyle yeni sistemler olmalıdır ki; öğrenciler öğrenmeyi sevebilsin…
Aynen öyle. Çocuğun okulda geçirdiği zamanın bir bölümü, kendi zevk alacağı bir alana yönlendirilebilir ki her çocuğun bir ya da iki tane bu şekilde ilgi alanı vardır.
Mesela neler olabilir?
Resimden hoşlanan vardır, günde 3 saat sessiz sedasız resim yapmaktan müthiş zevk alır. Bir diğeri resmi sevmez müzik yapmaktan mutludur. Aslında bunu diğer müfredatla harmanlamak lazımdır. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse ilköğretim okullarında seçmeli dersler vardır. Bakanlık, belirlediği öğretim yıllarında belirli alanlarda bahsettiğimiz alanlarda seçmeli dersler koyar. Ama uygulamada bu böyle değildir. Öğretmenler kurulunda karar alınır ve önümüzdeki sene herkes satranç oynanacak denilir. Herkes satranç sevmez ve belki oynamaktan nefret eder. Bunun bu şekilde zorunlu seçmeli hale gelmesinin bizim açımızdan da bir sebebi vardır. Satrancı seçtiğiniz zaman okula kadrolu ya da sözleşmeli öğretmen almanız gerekir. Bir grup öğrenci resmi seçer ve bunun için eğitimci bulmak mümkündür. Birisi halk oyunlarını seçti diyelim ki. Sertifikalı bir öğretmen getirmeniz gerekir. Bunların bizlere yarattığı yetersizliklerden dolayı biz, bizce karar verir ve onların yerine seçmek zorunda kalırız. Elimizde olan sertifikalı öğretmenin durumuna göre o sene seçilecek olan derse karar veririz.
Seçmeli ders öğretmenliği adı altında bir dal oluşturulması buna bir çözüm olabilir mi?
Az sayıda belirtilen dalların bazılarının öğretmenleri vardır. Ama öte yandan sadece hayat resim, müzik ve beden eğitimi gibi derslerle sınırlı değildir. Drama, satranç, halk oyunları gibi birçok dal vardır. Bu alanlarda da öğretmenleri yetiştirilmesiyle bu sorunlar aşılabilir. Bu ise zor bir durumdur. Bakanlık, karşılar karşılamaz tartışılır. Buradan başka bir yere geçmek isterim. Çocuk adı üstünde çocuktur. Sadece derslerin arasında sıkışmaktan çok öteye geçmek ister. Kendi zevk aldığı uğraşları okulda sergilemek ister. Bu, bilgisayarda oyun oynamaktan tutun da, söylediğimiz gibi satranç, drama, halk oyunlarına kadar gider. Bu alanları müfredatın içine yerleştirmek ve gerektiği zamanı da ayırmak gerekir.
Okulu öğrencinin seveceği bir yer haline getirmek gerekir yani…
Aynen. Yoksa başta söylediğim gibi teneffüs zili çaldığında 10 saniye içinde sınıf terk edilir. Sıkıldığından dolayı öğrenci teneffüs denilen o 10 dakikayı çok sever.
Ailelerde gördüğüm şey şu ki; sessiz, sakin, otur otur, kalk kalk çocukları olsun istiyorlar. Bana göre böyle bir çocuk olmaz. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bir yanıyla çocuk; davranışlarını kontrol edemeyen, davranışlarının getireceği sorumlulukları tahmin edemeyen birey olarak tanımlanabilir. Çokça duygularıyla hareket eden… Böyle bir bireye otur otur, kalk kalk, sessiz ol, ders dinle demek doğru değildir. Bir çocuğu sessiz hale getirmek mümkündür. Bunun yol ve yöntemlerini eğitimciler bilirler(gülümseyerek). İşe yarar mı? Yaramaz. İşte bu yüzden 40 dakika boyunca bu hale getirilen çocuğun zilin çalması ile dışarı fırlaması bir olur. Az önce dediğim gibi çocuğu susturarak veya davranışlarını bastırarak, ona eğitim öğretimde rol kazandırmak doğru değildir. Eski bir eğitim yöntemidir bu. Sadece öğrenci, öğretmen arasında ilişkiye dayalıdır. Öğretmen anlatır, öğretmen susturur. Çocuklar edilgendir. Sadece dinlerler. Öğrenen öğrenir.
Bilgiyi ölçmek konusunda kullanılan klasik sınav ile test sınavı arasında eğiticiliği açısında ne gibi farklar görüyorsunuz? Eğitici midirler sizce?
Hangi tip sınav olursa olsun, öğretici yanlarının olduğunu düşünmüyorum. İster klasik, ister test olsun. Ama bir şekilde bir ölçme yönteminin de kullanılması gerekir. Bunu birkaç yöntemle yapabilirsiniz. Fikrimce şu iyidir denilen bir yöntem yoktur. Hepsini harmanlayarak yapmak lazım aslında… Test güvenli bir ölçme aracı değildir. Çocuk şıklardan yola çıkarak kendine bir yol haritası çizme gibi bir tutum içerisine girebilir. Klasik yazılı da çocuk biraz daha özgürdür. Eleme sistemini kullananlar için de bu klasik sistemi kullanmak mümkün değildir. Çünkü bir sözcüğün bile sorun yaratması mümkündür. Üniversite sınavını klasik yaptığınızı düşünün. Kıyamet kopar. Sözcük anlamıydı, yorum farkıydı derken alır başını gider… Kaldı ki 4 5 seçenekli sınavlarda bile curcuna kopuyor. Eğitim öğretim süreci içerisinde çocuğu değerlendirmenin tek yolu sınav olmamalıdır. Belirli dar alanlarda seçmeli sorulardan oluşan sınavlar yapılabilir. Dersin uygunluğuna göre klasik sınavlar yapılabilir.
Matematik sınavlarının sadece test yöntemi ile yapılmasını da doğru bulmuyorum. Çünkü seçeneklerden doğruya gitmek denenecektir. Oysa klasik tip yazılıda bu böyle değildir. Çocuğun problemi belirli bir yere kadar çözdüğünü görürsünüz. Bu yere kadar gelmesi bile başarı kabul edilip, niye sonuca ulaşamadığı bir başka derste anlatılabilir. Testte bu böyle değildir. Doğru seçeneği bilemezse bitmiştir. Bunun dışında çocuğun ölçülmesindeki bir diğer kıstas da davranış toplamıdır. Yazılısı kötü olabilir ama öğretmenin çocuk üzerindeki gözlemleri en belirleyici unsur olmalıdır bence.
Eskilerden karnelerimizde vardı davranış notu…
O rastgele olarak pekiyi yapılırdı. Ben tam tersini söylüyorum. Örneğin 5. Sınıftaki bir çocuğun sadece aldığı notların ortalaması kayda geçirmemelidir. Bunu yaparken –sistem ne kadar uygun olur tartışılır ama- ; çocuk hakikaten derse ilgi duyuyorsa, derste cıvıl cıvılsa, soru soruyorsa ve verilen soruları doğru ya da yanlış cevaplamaya çalışıyorsa o çocuğun o dersteki başarısı mükemmel olarak değerlendirilmelidir.
Açıkçası ben başından beri çocukların “sen 1’liksin, sen 5’liksin” diye sınıflandırılmasına karşıyım. Onun ötesinde karnenin çocuklara değil de ailelerine verilmesinden yanayım. Neden? Çocuklar, 5’lik arkadaşlarının arasında 3’lük gözükmek istemeyebilir. Bu değeri ailesinin bilmesi daha önemli değil midir? Buna da bir yandan değer diyoruz ama her birey değerlidir aslında…
Aileleriyle birlikte çocuğun karne alması daha iyi gibi gözüküyor. Ama orada da temel bir sorun var. Her ortamda çocuğunu diğer çocuklarla kıyaslayan velilere bakarsak, karnelerini onlar aldıkları zaman hezimete uğrayan çocuk olmaktadır. Bu yarışı ortadan kaldırmak gerekir. A dersinde temel konuları ilk ayda biraz öğrenen, diğer aylarda bir şeyler katan, devamında da öğrenen çocuk başarılı sayılmalıdır. Ama aynı zamanda bu derslerinin tümünü öğrenen çocuk da kendi çapında başarılı sayılmalıdır. Kıyaslama yapılmazsa bu söylediğiniz sorun ortadan kalkacaktır.
Bu aslında eğitimin ötesinde insanlıkla alakalı bir sorun gibi geliyor. Nedense kendimizi bir şeylerle kıyaslamak gibi zaaflar içine giriyoruz bazen... Sınıf içi yaşadığınız ilginç bir tecrübeniz var mı?
Çocuklara çok yükleme yapılıyor. Çocukların dikkat süresi çok azdır. Biliniyor ve bilinmesine rağmen bunu kaldıramayacakları sınav stresleri yaşatılıyor. Kendi sınıfıma yaptığım bir örnek vereyim. Bir matematik testi hazırladım. 1’den 20’ ye kadar sorular var. Bunun sonucuna baktığımda sınıfın %75’i ilk on civarı soruya doğru cevap vermiştir. Sonra dökülmeler başlamıştır. 3 gün sonra aynı sınav, 20. soru 1. soru olarak yapıldığında görülen şudur ki; ilk 10 civarı soru doğru yapılırken devamında yanlışlar başlamıştır. Öncesinde doğru yapılanlar sonrasında yanlış, öncesinde yanlış yapılanlar sonrasında doğru yapılmıştır. Görülen şudur ki öğrencinin dikkati ciddi bir şekilde dağılmıştır. Bir sınıfa koro halinde sorun. “yemeklerden sonra ne yapılması gerekir?”. Sınıf koro şeklinde cevap verir. “dişlerimi fırçalamalıyız öğretmenim”. “hangi macunu kullanıyorsunuz?” diye sorun, yarı yarıya bilmezler. Çünkü fırçalamıyorlardır. Kaç tanesini diş fırçası kullanmadığına bakın, sınıfın bulunduğu yere bağlı olarak en az 15 kişi çıkar…
Unutmayın… Bir zamanki heyecanlarınız, başarılarınız veya başarısızlıklarınız… Şu anda hangi pozisyonda olursanız olun… Siz de bir zamanlar çocuktunuz. Kendinizi onların yerine koyun ve şimdi 10 saniye bir düşünün. Bence aklınıza çok şey gelecek…

Biyografi: Fahrettin EŞGÜNOĞLU
1958 Giresun doğumlu. Kırşehir Eğitim Enstitüsü mezunu. 1979’da öğretmenliğe başladı. Halen Ankara Yenimahalle Necmi Şahin İlköğretim Okulunda sınıf öğretmenliği yapıyor.
Kaynak:   http://www.indigodergisi.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder