Translate

4 Eylül 2010 Cumartesi

Zekâ mı alırdınız, Akıl mı?

Yazar: Melda Güngül Şubat 2008


Kavramlarla kelimeleri doğru birleştirmek çetrefil bir iştir. İfade etmek istediğimiz kavram için seçtiğimiz kelime, esasında bambaşka bir kavramın ifade şekli olabilir. Hele ki söz konusu soyut kavramlarsa. Çünkü bunları parmağımızla işaret ederek, elimizin içine alarak “İşte tam da bundan bahsediyorum” diyemeyiz…
Bazen de farklı şeyler olduğunu düşündüğümüz şeyleri tanımlamamızı veya farklarını söylememizi istediklerinde düşünür düşünür işin içinden çıkamayız. Birinin tanımı için kullandığımız cümleleri diğeri için de söylerken bulabiliriz kendimizi…
Ben de aynı bu duruma düştüm; “Zekâ ile Akıl arasındaki fark nedir?” diye sorduğunda arkadaşım. Bir insan akıllı olmayıp da zeki olabilir mi? Zeki olmayıp da akıllı olabilir mi? Ve hangisinin karşıtı aptallık ve ahmaklıktır?
Madem dolaysız bir şekilde tanımını vermekte zorlanıyoruz, kıyas yoluyla gidebiliriz…
Akıl somut olarak ölçülemez. Aksine zekâ, bilindiği gibi IQ testiyle ölçülebilir. Zekâ akıl gibi değildir, insanlar arasında yeterince eşit bölüştürülmemiştir. Fakat aklın eşit olarak bölüştürülmüş olması, istisnasız herkesin ‘akıllı’ sıfatını haketmesini garantiye almaz. Tıpkı istisnasız hepimizde kaslar [görevi hareket sağlamak] olmasına rağmen, felç hastalarının hareket edememesi gibi…
“Sağduyu (aklıselimlik), yeryüzünde adalete en uygun şekilde dağıtılmıştır, diye yazıyor Descartes Metot Üzerine Konuşma’sında. Öyle ki herkes aklıselimlik açısından kendisinin en iyi şekilde donatılmış olduğunu düşünür. Hatta sahip oldukları hiçbir şeyle yetinemeyen insanlar bile, daha fazla akıl istemezler. […] Asıl olan, daha yüksek bir akla sahip olmak değildir. Onu iyi kullanabilmektir. (İyi kullanılamadığında) En yüce diye bildiğimiz insanlar, doğru davranışlar sergiledikleri gibi çok büyük yanlışlar da yapabilirler. Ve çok yavaş yürümesine rağmen doğru istikamette giden kişiler, çok hızlı olmasına rağmen ters yöne gidenlerden daha çok ilerler.”
O halde ister etik, ister pragmatik açıdan olsun, akıllı kişi doğruyu seçen, yapan kişidir. Akıl, iyi ve doğru olana hizmet etmekte olan zekâdır diyebiliriz. Ya da zekâyı dizginleyen güçtür akıl. Zekâ ise etik hiçbir anlam taşımaz, nötrdür. Örneğin sadece zeki bir insan kâinattaki en güçlü nükleer bombayı icat edebilir. İleride sevdiği her şeyin ölümüne sebep olacağını akıl edemeyebilir. Ama akıllı insan; icat edebilecek zekâsı olsun olmasın, buna girişmez. Bu durumda, savaş teknolojisine hizmet verenlere dâhi ahmaklar diyebilir miyiz?
Zekâ kısaca beynin algılama hızıdır. Ama belirli bir metotla bütünleşmeden, yalın olarak, doğru ve iyi bir sonuca ulaşamaz.
Zekâ’nın teknik, aklın ise etik bir boyutu olduğunu söyleyebiliriz. Akıl sözcüğünün eşanlamlısı olan Us kelimesinden türeyen ‘uslu’ sıfatının anlamına bakmak dahi bu etik yanın ağırlığını görmemize yeter: “Toplumu, çevresini rahatsız etmeyen, edepli”…
Zekâ ile aklın farkını mükemmel bir şekilde sergileyen bir alan da mizahtır. İyi mizah ciddi anlamda zekâ gerektirir. Zekâsı düşük insanlar mizah yapamadıkları gibi, yapılan mizahı da anlamaz. Fakat çok iyi bir mizahçının, kendisine ve çevresine zarar verebilecek, yanlış şeyler yaptığına da tanık olabiliriz.
Farklarını net bir şekilde görüp de sınırlarını tam çizemediğimiz şeyler vardır rüyalarımızda. Bir an bir kumsaldayken, diğer saniye evinizin içinde olduğunuzu farkedersiniz. Aynı buna benzer bir deneyim bu iki kavramı anlamaya ve tanımlamaya çalışmak. Sanırım hep de öyle kalacak…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder