A.CELAL BİNZET
Gauguin, bir gün uygar dünyayla ilişkisini kesip Tahiti’ye yerleşince, oradaki yerlilerin kullandığı kimi sözcükleri de dağarcığına katmaya başlar. Bunlardan birini de günlüklerine ad olarak seçtiği, yıllar sonra basılan kitapta ortaya çıkacaktı. İlk anda hiçbir anlamı yok gibi geldi: “Noa Noa” Aynı heceyi iki kez yinelemiş sanatçı. Doğrusu Noa, Polinezya dilinde “sıradan, yanaşılabilir, tutulabilir bir şey anlamlarına gelir” diyor Freud. Bunun tam tersi de “tabu”. Yine Freud’a göre tabunun iki zıt anlamı var. “Bir taraftan kutsal (sacré), kutsallaştırılmış (consacré) anlamlarına; diğer taraftan da tehlikeli, korkunç, yasak, kirli manalarına gelir. ..kendini esas itibariyle yasaklarda gösterir.” Ve bunlar “kendiliklerinden yasaktırlar.”(1) Bilindiği gibi, söz konusu yasağın nedeni çoğunlukla sorgulanmaz bile. Özellikle ilkel toplumlarda birçok alanda kullanıldığını biliyoruz bu kavramların. Nedeni açık. Kutsal denilen her şeyle ilişkilendirilmesi oldukça kolay ve kitlelere dayatılan bir durum var burada. En önemlisi de üzerinde sorgulama yapılmadan kabullenilmesindedir. Yazdıklarını okurken sanatçının yerleştiği o ilkel(!) dünyada, çevresinde dokunulmasında sakınca bulunmayan şeyler olduğu denli, birçok kavramın da tabu sayıldığını öğreniyoruz. Gündelik konuşmalarımızın arasına kimi kez sıkıştırılan tabu sözcüğünün kaynağına ulaşmak. Öğrenmenin keyfi burada işte. Küçücük bir anlamdan yola çıkarak bilginin uçlarında yeni zenginliklerle buluşmanın kapılarını aralamak böyle bir şey olmalı. Doğaldır ki insanda hiç tükenmeyen merak dürtüsüyle, bu yeni kavramı yedekleyerek yeni bilinmezlere yol alıyorum. Kuşkusuz, her toplumun bu ayraç içine yerleştirdiği durum ve olguları bulunması kaçınılmaz. Özellikle birbirinden çok farklı kültürlerde, söz konusu kavramların oldukça yaygın olarak ve değişik biçimlerde varlığını sürdürdüğü bilinir. Varlığın devamı için gereksinim duyulan durum ise sıradanlıktır. Ve, o günlük yaşamı görünür görünmez tabular karmaşasıyla kuşatılanlar sıradan ya da ortalama insandan başkası değildir. Bunların önemli bir bölümü, yazılı bilgi olmaktan çok, kulaktan kulağa aktarılmış söylemlere dayalı olmasıyla dikkatleri çeker. Başka bir anlamda, aslında olmamasına karşın, söylentiler üzerine kurgulanarak asıl kaynağından çok uzağa düşmüş birer yapay oluşumdur. Özellikle ilkel kültürlerde izlerine çokça rastlanan bir gerçeklik. Böyle olduğu bilinmesine karşın varlığının gerçekliği konusunun sorgulandığını söylemek zor. Bir tür, böyle gelmiş böyle gider hesabı. Tabu kavramını kapsayan çok sayıda olgunun varlığı biliniyor. Bunlardan yalnızca birisine bakarak onun çevresinde yapılandırılan söylemler üzerine denemeye girişmenin yolu buradan başlıyor. Zaten buraya değin yazılanların amacı tabu sözcüğünün hangi koşul ve kültürel izler taşıdığına açıklık getirmekti. Şimdi asıl konumuza geçebiliriz. İnsan bedeniyle organik bağlamda ilintili saç ya da daha genel adlandırmayla kıl üzerine kurgulanmış söylemlerin zenginliği şaşırtıcıdır. Beden üzerinde bulunduğu yere göre farklı anlamların yüklendiği bir nesne özelliği taşıyor kıl. Antik Çağ sanatındaki tanrı heykellerinde bu konuya ilişkin değişik uygulamalar var. Genel olarak sakallı betimlenen Grek tanrıları, Apollon’da sakalsız genç bir erkek görünümüne kavuşmuş. İzleyen süreçte İskender’in, baba geleneği dışına çıkarak sakalsız betimi, dönemi için önemli bir ayrıcalıktı. Onu izleyen zaman aralığında kimi heykellerin, aynı gelenek doğrultusunda yapılması sürpriz sayılmaz. Helenistik dönem kayıtlarında Anadolu’ya ilişkin kimi gözlemler bulunması ilgimizi bu noktaya çeviriyor. Ankara ve çevresi halkı olan Galatlar’ın “saçlarının ağır ve taranmamış hali neredeyse bir atın yelesi gibidir. Bazıları sakallarını keser bazıları ise bir miktar bırakır. Soylu olanları yanaklarını tıraş ederler ama bıyıklarını dudaklarını kaplayıncaya kadar uzatırlar.” (2) Buradaki anlatıma bakılırsa günümüz Anadolu’sunda kimi erkeklerdeki bıyık biçiminin bu tanımla uyuşması aynı geleneğin sürdüğüne bir işaret sayılabilir mi? Hele kırsal kesim köylülerindeki söz konusu biçimin yaygınlığı dikkatlerden kaçmıyor. Helenistik döneme ilişkin bir başka gözlemi burada anmadan geçmek doğru olmaz. Yine antik heykeller üzerinden yapılan bir inceleme kadın ve erkek üzerindeki ayrıma bakışlarımızı yöneltmekte. Antik Grek ve Helenistik dönem heykellerinin çoğunda ele alınan figürler çıplaktır. Yine bilinen olgulardan birisi de tanrı ve tanrıçaların da insan biçimli betimlemesidir. O günün yaygın inancına göre tanrıların insan biçimli olduğuna inanılır. (Antropomorfizm) Böyle olunca, konu alınan figürlerin en mükemmel bir şekilde ve idealist yaklaşımla ele alınması zorunlu bir hal alır. Smith’in araştırmasında vurguladığı ayrıntı, aynı konuyla ilgili bir başka noktaya dikkatleri çekiyor. (3) Bu kez ayrımın odaklandığı nokta vücudun cinsel bölgesi. Grek sanatında temel kuralın, vücudun tüm açık yerlerini olabildiğince ayrıntılı olarak işlemelerine karşın kadınla erkek arasında ayrı tutum sergilendiği görülebiliyor. Erkek heykelindeki cinsel organ çevresindeki kılları gösteren sanatçı Aphrodite heykellerinde bu tutumundan vazgeçmektedir. Demek ki kıl imgesi cinsiyete göre bir ayrıma bağlanmakta burada. Örnekler üzerinde yapılan inceleme iki cinsten birisi üzerinde kılla ilgili görünmez bir tabu örtüsünün varlığını gözler önüne seriyor. Cinsler arası eşitsizliğin varlığı bilinmekte zaten. İdealist olarak en iyiyi yakalama hedefindeki sanatçının böylesi bir ayrıntı üzerinden kimi duyguları önceleyerek yapıtını tamamlamasını, değinilen eşitsizliği, dönem tabuları üzerinden nasıl somutlaştırdığını vurgulamak gerekir. Bu durumlara değinirken, söz konusu anlayışın, günümüzün en az ikibin yıl öncesinde kaldığını unutmayalım. Öyle ama zamanın değişmesi sorunun tümüyle yok olduğu anlamına gelmiyor. Ona yüklenen anlamların çoğunlukla iki zıt kutup arasında salınıp durduğu bir gerçek. Hem vücut üzerinde bulunduğu yere göre hem de toplumların içinde büyüyen ideolojilere göre biçimlenen bir bakış açısı var ortada. Konumuzla ilgili oldukça bilgilendirici bir yazının izlerini faklı bir kaynakta sürebiliriz. (4) Kitap içindeki “Mecdelli’nin Etek Kılları” başlıklı inceleme yazısı dinsel bir olay örgüsü üzerinden yola çıkarak saç ve kıl eksenli söylemleri ele almakta. Orada geçen Latince iki sözcük ne demek istendiği konusunda ipucu verecektir sanırım: Pilus ve capillus . Birincisi kıl anlamına gelirken öteki “capo-pilus” kafatasının üstündeki kıla gönderme yapıyor. Yani saça. Konu edinilen Mecdelli Meryem, Peygamber İsa’nın ayaklarını uzun saçlarıyla yıkadıktan sonra onları, çıplaklığını gizlemek için gövdesine sarıyor. Kuşku yok ki, burada geçtiği biçimiyle simgesel bir ritüel anlatılmakta. Söz ritüele gelmişken Ortodokslardaki bir anlayışa değinmeden geçmek sorunu eksik bırakmak olacaktır. Oradaki bir genç kızın evleninceye değin geçen yaşamında saçlarını kapatması söz konusu değil. Ancak evlendikten sonra saçlarını mutlaka kapatmak zorunda. Çünkü kuramsal anlamda, evlilikle birlikte karşı cinsi “tanıma” sürecine geçiyor. Böylelikle kendisinin toplum içinde cinsel bir obje yerine geçtiği bilinciyle, baştan çıkarıcı bir nesne olan saçlarını gizleme gereksinimi duyuyor. Tevrat’ta (Eski Ahit) geçen bir başka öykünün ana nesnesi de yine saç. Filistinlilerle İbraniler arasında geçen savaşın iki kahramanı üzerine tablo, film ve müzikler hazırlanmasına bakılırsa konu oldukça popüler. Filistinli Delilah İbrani Samson’un tüm gücünün saçlarında olduğunu öğrenince hazırladığı oyunla onları kesecektir. Kılla ilintili bir güç kavramının dillendirilmesi son derece ilginç bir öykü. Kısacası saç üzerine kurulu bir metafor karşısındayız. (Hakimler, Bap: 16) Buraya değin, büyük bölümü cinsellik kavramıyla ilgili bir anlayışın beslenip canlı tutulduğu söylemlere bakıldı. Bu açıdan, doğrudan kadın bedeni üzerinden geliştirilen ve onu erkeğin yedeklediği bir nesne olarak gören dinlerdeki kimi yanlışların kerterizi olmuştur saç. Dahası, erkeğin cinsel zaaflarını karşı cinse yıkarak kendini temize çekmek için iyi bir bahane de yaratmıştır. İslamlık dinindeki peygamber sakalına ilişkin uygulamalar da bir başka anlam içerir. Şerefli sakal (Sakal-ı şerif) olarak adlandırılan ve kimi camilerde saklanan kılların belirli özel günlerde çıkarıldığı bilinen bir uygulama. İslam Ansiklopedisi’ne göre bunların çoğunlukla saç teli (lihye) olduğu bilgisi var. Burada kutsal bir özneye dönüşmüş nesnenin varlığı söz konusu. Yavuz Sultan Selim, 1516 yılında Mısır’ı ele geçirmesiyle oradan aldığı kimi kutsal emanetleri İstanbul’a getirmişti. Günümüzde Topkapı sarayında korunan kutsal emanetler arasında söz konusu sakal kılları da bulunuyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kayıtlarında 422’si İstanbul’da olmak üzere Türkiye genelinde 1818 kıl görünmekte. Özel günlerde çıkarılan kıllar kendine özgü bir ritüele sahip. Bu arada kimi inanç sahiplerinin ondan bereket umduğunu da bilgilerimize ekleyelim. Örneklere bakarak insan vücudundaki bölgesel bir ayrımın varlığını yadsıyamayız. Kültürel değer sistemlerimiz de o aşamada devreye girerek aynı ayrım üzerinden etik kalıplar yaratıyor. Hiç kuşkusuz, işin içinde kültür, coğrafya, toplumsal yapı ve din gibi değişik etmenlerin varlığı da gündemde. Ortadoğu kaynaklı ideolojilere bakıldığında, kadın ve erkekte saçın başkalarınca görülmesinin sakıncalı (günah) sayılması başta gelen tabular arasında. Zaman içinde erkeklerle ilgili yasağın gevşetilmesine karşın kadında aynı hoşgörünün uygulanmadığı bilinmez değil. Özellikle kadın saç telinin yabancı erkekler tarafından görülmesine ilişkin üretilen söylemin varlığı günümüzde yer yer abartılarak öne çıkarılmakta. Söz konusu yasağın gerisine gizlenen amaç kadın saçının günah öğesi olarak algılanması bahanesiyle onun üzerinde erkek egemen bir baskının kurulmasının sağlanması. Başka bölümlerde de bulunmasına karşın saç teli üzerine söylemlerde günahların en büyüğü şeklinde bir hava yaratılmış. Erkek türünü en çok tahrik eden nesnelerin başında saç telinin gösterilmesi, biçimsel anlamda egemenliğin somut bir uygulaması. Düşünülürse aynı nesneye, cinsiyete göre anlamlar yüklemenin, erkek türünün karşı cins için ayrıştırıcı ve baskılayıcı dünya görüşünün simgesi saymak gerekmez mi? Bu noktadan hareket eden tarikatlar günümüzde başın kapatılmasında belirleyici ayrımlar kullanmayı yeğliyor. Baş örtüsünün (türban) örtülme biçimi ve düğümlenmesi bu belirleyiciliğin dışavurumu. Başlangıçta Hristiyanlık dininde de geçerli olan kadınların örtünmesi, Avrupa anakarasındaki reform hareketi sonunda söz konusu kuralı kitlelere dayatmaktan vazgeçerek yalnızca kilise personeliyle sınırlamak zorunda kalmıştı. Avrupa dışında kalanlar ise bu uygulamanın uzağına düştüler. Arap toplumlarında ve Osmanlı’da başın açık olmasının aynı günah kapsamında düşünülmesi bunun açık kanıtı. Hele Osmanlı hanedan ailesindeki erkeklerin bile başlarının açık olarak toplum karşısına çıkması düşünülemez. Bu durumun tek ayrıksılığı bir ayaklanmada görülüyor. Sultan (Genç) Osman yakalandıktan sonra öldürülmek üzere Orta Cami’ye götürülürken “bir yük atının sırtına bindirilmiş, başı örtülmemişti, darmadağınık saçlarıyla perişan gözüküyordu.” (5) Başkaldıranların, bir Osmanlı sultanını aşağılamak için yaptıkları eylem belli değil mi? Onu, yük atına bindirerek halkın karşısına başı açık çıkarmak. Sultana yapılan davranışların dahası da var doğallıkla.. Sultan’ın boğdurulmak üzere götürüldüğü Yedikule zindanlarında o dönemin deyimiyle “yeniçeriler Genç Osman’ı çok sevdiler”(!) Nasıl bir sevmekse… Ama konumuzla bağlantılı olması bağlamında asıl dikkat edilecek nokta burası. Yalnızca törenlerde, kılık kıyafet ve kavuğuyla, ancak belli uzaklıkta kendini “kul”larına gösteren bir insanı toplum içinde küçük düşürmenin en kestirme yolu onu başı açık göstermek olmalı. Bunu yaparken, saç tabusunun bir aşağılama eylemi için kullanıldığı gerçeğini unutmayalım. Çünkü, Osmanlı sultanlarının adı söylenirken ona eklenen göksel nitelemelerin varlığı bir gerçek. Böylesine kutsal bir kişiliği toplum içinde kötü göstermenin ilk adımı bu nedenle başının açılması şeklinde ortaya çıkar. Görüldüğü gibi kıl, fetiş bir nesne olarak tarihin değişik dönemlerinde farklı kültürel kavramların üzerine yüklendiği bir anlama dönüşmektedir. Bu yüklemenin, cinsel kimlik ve etik kaygıların açığa çıkarılması gibi kaygılarla donatıldığı gerçeğini unutmamalı. Sıradan bir nesnenin üzerine giydirilen anlamlarla asıl anlamının üstünde yan anlamlarla çeşitlendirilmesini insan düşüncesinin sonsuzluğu bağlamında düşünmeliyiz. Kimi kez çok katı kalıplar içinde ele alınan bu anlayış, Avrupa anakarasında Fransız Devrimi’nin getirdiği özgürleşmeyle bakış açısının değişmesine neden olmuştur. 19. Yüzyılda Gustave Courbet, devrimle ortaya çıkan değişimin öncülüğünü sanatına yansıtmakta duraksamaz. Baştan beri beden üzerinden kadına yüklenen tabuyu yıkma düşüncesiyle, kimi resimlerinde söz konusu ayrıksı düşünceyi anlatan bir yaklaşım sergiler. Bu yapıtlardaki kadın bedeni betimlemelerinde gösterilen kıl imgesi, sanatçının gerçekçilik anlayışını vermesi bakımından ilginçtir. Buradaki gerçeklik olgusunun, dönemin geleneksel bakış açılarına karşı çıkan, protest bir duruşun örnekleri olduğu gerçeğini gözden uzak tutmayalım. Olaya daha farklı bir bakış açısı getiren bir de yazar var. Yapıtlarında insan gerçeğini yoğun duygusal boyutlarıyla ele alan Guy de Maupassant’nın kısa öyküsü “Saç”, sıradan bir olaydan yola çıkıyor. Basit sayılabilecek kurgu üzerinden zengin bir imgelem dünyasına giden yolda şaşırtıcı bir anlatı denemesi sunar okuyucusuna. İnsan bedeninin, sanatın temel öznesi oluşu yanında nesnesi de olduğunun sayısız örneği var. O bedeni sarmalayan kültür, din ve başkaca toplumsal gerekçelerin varlığı onunla ilgili yaklaşımların farklılaşması sonucunu doğuruyor. Bir bölüm din, varlık nedenini kuvvetlendirme adına, kurduğu soyut bir dünyayı yaşanan gerçekliğin önüne geçirme kaygısıyla bedeni bir günah nesnesine dönüştürmüştür. Onun gelip geçiciliğine karşın sanat için beden kutsal bir varlık sayılır. Bu kutsallık, tarihin birçok bölümünde insanı yüceltici bir anlayışla bütünleşir. Kimi gelişmemiş toplumlarda sanata karşı çıkılmasının ardında yatan gerekçeyi bu noktada aramak gerek. Bedeni küçümseyerek onu bir günah nesnesi sayma eylemi tümüyle bu kaygıya dayanır. Oysa sanatın tarihi doğrudan “insan” kavramı üzerine kurulmuştur. Geçmişin tabularıyla gösterilmeyen insana özgü kimi fiziksel özelliklerin sanata getirilmesi sanatçıların öncü düşünceleriyle taşınmıştır yapıta. Değinilen konu başlıkları, insanın kültürel yönünü açığa çıkarmada güçlü bir araç olduğunun açık kanıtı. Nasıl sayılmasın ki, çok sıradan bir nesne üzerine yapılandırılmış koskoca bir anlamlar toplamının varlığı söz konusu. İki zıt anlayışın (tabu ve noa) kıskacına girmiş sıradan o nesnenin, sırası geldiğinde bir dinsel baskı aracına dönüşmesi kimi toplumlarda olağan bir durum. Onun, günah nesnesi sayılmasını ya da kutsallaştırılmasını anlayabilmek için, ilgili toplumların kültürel yapılarıyla ilişkilendirmenin doğru bir yaklaşım olduğunun sayısız örnekleri bulunuyor. Meğer ki o toplum, binlerce yıl öncesinde kalmış dogmalarla beslenip büyütülmüşse örneklerden ders çıkarmak da bir o denli zorlaşıyor.
(1)- Freud, Totem ve Tabu, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1971, s.: 30 (2)- R.R.R. Smith, Hellenistik Heykel, Homer Kitabevi, İstanbul, 2013, s.: 103 (3)- a.g.y.- s.: 85-86. (4)- Daniel Aresse, Yakın Bakış, Metis Yayınları, İstanbul, 2015 (5)- Gabriel Piterberg, Bir Osmanlı Trajedisi, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2017, s.: 49
(RH+SANAT, Kasım/Aralık 2018, Sayı: 143)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder