Translate

26 Aralık 2010 Pazar

“Birlikte çalıştıklarınızı eğitmezseniz, tutacağınız gün yakındır."

Cem Boyner'in çalışanlarına mail olarak gönderdiği fıkra:


Doğu illerindeki bir ağanın en büyük zevki, kar üzerine çişiyle imzasını atmakmış. Bu nedenle kar yağmaya başladığı andan itibaren köyde hayvanlar dahil hiç kimse sokağa çıkamazmış. Kar biraz kalınlaşınca, ağa sırtına kürkünü giyer ve köy meydanına gelirmiş. Yanında da en yakın yardımcısı Hasso. Ağa sırtını köye doğru döner sonra sorarmış:

- ”Ula Hasso, ahali bakiy mi?” Hasso cevap verirmiş:
- ” Evet ağam, hepisi de bir olmuş, pencerelerden bakir.”
Ağa çişiyle karın üzerine imzasını atarmış “Abdullah Cizrelioğlu”. Sonra da bir nokta koyarmış ve sorarmış:
- ”Hala bakirler mi?”
- ”He ağam, hem bakirler hem de çılgın gibim alkişlirler.”
Her sene ayni tören sürermiş. Aradan 7 yıl geçmiş. Ağa yine, kar tuttuktan sonra, çıkmış köy meydanına. Sormuş Hasso’ya:
- ”Ahali bakir mi?” 
-”He ağam, bakirler, köpekler, kediler bile camdadir. Ağa “Abdullah” diye adını, arkasından “Cizrelioğlu” diye soyadını yazmaya baslamış ki; kalakalmış, çünkü yaş gereği prostat. Halka rezil olmak var. Alçak sesle Hasso’ya sormuş:
- ”Bakirler mi?”
- ”He ağam, bakirler de, sen ne diye durdin öyle?” Ağa çaresiz:
- ”Ula gel yanima, arkani dön ahaliye, tamamla şunu.”  diye emretmiş. Hasso bir an durmus, sonra çişini yapmaya hazırlanmış ve ağanin kulağına eğilip :
- ”Ağam” demiş, “kırk yıldir kafama vurdin, salak dedin, sırtima vurdin aptal dedin, ha bu kulun okumayi yazmayi sökemedi ki, ucuni tut da yazinin devamini sen yaz.
“Birlikte çalıştıklarınızı eğitmezseniz, tutacağınız gün yakındır." 

24 Aralık 2010 Cuma

İMKANIN SINIRLARINI GÖRMEK İÇİN İMKANSIZI DENEMEK LAZIM

Bizans, 06 Nisan 1453 sabahı 150.000-200.000 arası olduğu çeşitli kaynaklarda belirtilen Osmanlı ordusu tarafından son kez kuşatıldı.
Bu arada Osmanlı donanması Halic’in girişine dayanmış, Sarayburnu önlerinde demirlemişti.

Ordu, merkez, sağ ve sol olarak üç kısma ayrıldı. 19 Nisan’da yapılan ilk saldırıda, tekerlekli kuleler kullanıldı ve bu saldırı ile Topkapı surlarından burçlara kadar yanaşıldı.

Çok şiddetli çarpışmalar oluyor, Bizanslılar şehri koruyan surların zarar gören bölümlerini hemen tamir ediyorlardı. Venedik ve Cenevizliler de donanmalarıyla Bizans’a yardım ediyorlardı. Kara ordusu sıkışmıştı. Donanmanın devreye girmesi lâzımdı.

Sultan II. Mehmed böyle düşünüyordu. Fakat donanmayı devreye sokamıyordu. Çünkü surlarının zayıf olduğu İstanbul’un Haliç tarafına zincir gerilmişti. Osmanlı donanmasının Haliç’e girişi böylece engellenmişti.

Bizans’ın fethi, Osmanlı donanmasının Haliç’e indirilmesine bağlı görünüyordu. Sultan II. Mehmed, geceler boyu düşündü. Böyle elleri-kolları bağlı bekleyemezdi. Bir şeyler yapmalı, bir an önce Bizans’a girmeliydi.

“Çare olur” diye düşündüğü herkese sordu. Lâkin kiminle konuştuysa, bunun “imkânsız” olduğunu söylediler…

Fakat genç padişah, hiçbir imkânsızlığa teslim olmak istemiyordu. Aradığı çare, çaresizlikten çıkacaktı. Buna inanıyordu.

Düşündü, düşündü… Umudunu hiç yitirmedi, Bizans’ı fethetme kararından hiç vazgeçmedi…

Derken, kafasında bir şimşek çaktı, bir fikir dolandı. “Olabilir” diye söylendi kendi kendine…

Osmanlı donanmasına ait bazı gemiler karadan çekilerek Haliç’e indirilecekti. Aklına gelen “son çare” buydu.

Kurmaylarından bazıları bunun mümkün olduğunu, bazıları ise “imkânsız” olduğunu söylediler.

“İmkânın sınırını görmek için imkânsızı denemek lâzım” dedi padişah, “Tiz hazırlanasuz, gemiler karadan yürütülecek, daha da olmazsa havadan uçuracağız!”

Gemileri uçurmayacaktı elbette, sadece hiçbir engel yüzünden fetih yolundan dönmeyeceğini, olumsuz hiçbir şarta teslim olmayacağını söylemeye çalışıyordu.
Kısacası, fetih konusundaki kararlılığını vurguluyordu.

Önce kurmaylarıyla birlikte bölgeyi gezdi. Ölçüp biçtiler ve denemeye karar verdiler.
Bu karardan hemen sonra çalışmalar başlatıldı. Tophane önündeki kıyıdan başlayıp Kasımpaşa’ya kadar ulaşan bir güzergâh üzerine kızaklar yerleştirildi.
Gemilerin, kızakların üzerinden rahatça kayması için, Galata Cenevizlilerinden zeytinyağı ve tereyağı dahil, bulunabilen her türlü yağı satın alarak kızakları yağladılar.

21-22 Nisan gecesi 67 (ya da 72) parça gemi düzeltilmiş yoldan Haliç’e indirildi.
Haliç’teki Osmanlı donanmasına ait toplar surları dövmeye başlayınca, Rumlar gözlerine inanamadılar.

Olmayacak bir şey olmuş, imkânsızlık ve olumsuzluk, kararlılık karşısında bir kez daha yenilmişti. Bu azmin zaferiydi.

“Normal insanlar”, hayatı en kolay taraflarıyla yaşamaya çalışırlar.

Bazılarımız “zor” karşısında pes ederiz, bazılarımız, “çok zor” karşısında yelkenleri suya indiririz.

Bazıları da var ki, “zor”u ve “çok zor”u rahatça aşar, hatta “imkânsızlık” karşısında bile vazgeçmezler.

Tarihe şan verenler “imkânsızlıklar” karşısında “pes etmeyenlerdir!”

Hatırlayalım: Sultan II. Mehmed’in büyük bir donanması vardı. Ondan başka, iyi eğitilmiş, deneyimli askerleri vardı. Ve koca “Sahi” topları, mancınıkları, kuleleri vardı.
Ama eğer “olmaz”ı oldurup gemileri karadan yürütmeseydi, elindeki imkânları kullanamayacak, dolayısıyla, Doğu Roma İmparatorluğunun 1125 yıllık başkenti İstanbul’u fethedemeyecekti.
Kaynak: Facebook Sayfası:http://www.facebook.com/fikirklubu

20 Aralık 2010 Pazartesi

İŞTE BİR HOBİ






Теперь можно печатать тексты :) А дальше - понеслась:



























5 Ekim 2010 Salı

Bir fincan kahve içermisiniz ?

 

İş yaşamında önemli yerlere gelmiş, bir grup eski mezun arkadaş grubu, üniversitedeki hocalarından birini ziyarete gitmiş. Çeşitli konular konuşulduktan sonra, sohbet, işin yarattığı strese ve yaşamın zorluklarına gelmiş.
 
Yaşlı üniversite hocası ziyaretçilerine kahve ikram etmek  üzere mutfağa gitmiş ve degişik boy, renk ve kalitede bir çok fincanın bulunduğu bir tepsiyle geri dönmüş. Kimi porselen, kimi seramik,  kimi cam, kimi plastik olan fincanları ve kahve termosunu masaya koyup  kahvelerini oradan almalarını söylemiş.
 
Tüm eski öğrenciler kahvelerini alıp koltuklarına döndüğünde hocaları onlara şunu söylemiş: "Farkına vardınız mı bilmem, zarif görünümlü, güzel, pahalı fincanların hepsi alındı, masada yalnızca ucuz ve basit görünümlü fincanlar kaldı. Elbette ki kendiniz için en güzelini istemek ve onu almak çok normal. 
 
İşte bu demin bahsettiginiz problemlerinizin ve stresin nedeni. 
 
Hepinizin istediği fincan değil, kahve iken, bilinçli olarak herbiriniz birbirinizin aldığı fincanları gözleyerek daha iyi olan fincanları almaya uğraştınız.
 
Yaşam kahveyse, iş, para ve mevki fincandır. Bunlar yalnızca "YAŞAM"ı tutmaya yarayan araçlardır, ama "YAŞAM"ın kalitesi bunlara göre değişmez.
 
Bazen yalnızca fincana odaklanarak, içindeki kahvenin zevkini  çıkarmayı unutabiliyoruz."
 

4 Ekim 2010 Pazartesi

Sorumluluk ve Üretken Olmak

"Sorumluluk", bu kelime, bizi "insan" yapan en önemli kelime bence... İnsanı diğer yaratıklardan ayıran kavram "sorumluluk"tur. Allah insanı yaratırken sorumluluk yüklemiş. Diğer yaratıkları yargılamıyor, neden çünkü sorumluluk üstlenmemişler. Sorumluluk ise görev demektir. İnsanın kendine olan sorumlulukları, ailesine karşı sorumlulukları, çevresine ve doğaya karşı sorumlulukları, vatanına ve milletine karşı sorumlulukları, vatandaş olarak sorumlulukları gibi bir çok sorumluluklarımız vardır... Bunlar birer görevdir...  

Görev= Sorumluluk
Bir anneyi anne yapan onun sorumluluk duygusudur. Ona, yavrusunu arabanın tekerleri altında kalmasın diye atlayıp kurtarma cesaretini ve fedakarlığı veren, o sorumluluk duygusudur... Bizi biz yapan, bizi değerli bir yaratık yapan sorumluluk duygumuzdur... Vatanı uğruna can vermeyi göze alma (şehitlik) ve fedakarlığını da üstün sorumluluk duygusundan alırız...
Bu dünya bir şeyler yapma, üretme, yorulma yeri...Ölünceye kadar üreteceğiz... Öyle veya böyle... Yan gelip yatma diye birşey yok. Hayatın özü yorulmaktır... Üretmektir... Boş oturana selam vermeyen Yüce Peygamberimizin; "Başka işler yaparak dinleniniz" düsturuna uyacağız... Durmak asla yok... Bedenimizle yapamaz olsak dahi, durmak yok. O zaman da beynimizle yapabiliriz...
Bir yerde sorumlular var ve sorumlular da sorumluluklarını yerine getirmiyorsa; sorumluluk yapanların üstüne yük daha çok biner.
Görevimiz ve yaptığımız iş ne olursa olsun, görev bilinci, yukarıda anlattığım sorumluluk bilinciyle algılanmalıdır...
" VATANINI EN ÇOK SEVEN, GÖREVİNİ EN İYİ YAPANDIR"
M.K. ATATÜR

25 Eylül 2010 Cumartesi

İNDİGO ÇOCUKLAR

İndigo kavramı geçmişten günümüze birçok kaynak tarafından tanımlanmaktadır. Bu tanımlama insanın fiziksel, zihinsel ve ruhsal evriminin bir sonraki aşaması olarak nitelendirebilir. Her ne kadar birçok öğreti bu kavrama kendi içinde kendince yer vermiş olsa da İndigo bilincini kanıtlayan bilimsel bir kesinlik mevcut değildir. Dünya üzerindeki farklı kültürel coğrafyalarda yaşayan insanların benzer farklılıkları göstermeleri ve benzer düşünceler içerisine, birbirlerinden bağımsız bir şekilde girmeleri, kavramın gerçekliğini gözler önüne sermektedir. 
İndigo kavramı ilk olarak 1970 ve sonrasında dünyaya gelen çocukları işaret etmek üzere “indigo çocuklar” ifadesi ile tanımlanmıştır. Fakat indigo kavramını sadece “indigo çocuklar” fikri ile sınırlandırmamak gerekir. Önceki paragrafta da ifade edildiği gibi; İndigo her geçen gün artan ve değişen enerji düzeninin insan doğası üzerindeki fiziksel, ruhsal ve zihinsel yansımalarıdır. İndigo çocuklar hem doğuştan bu yansımalara sahiptirler hem de insanoğlunun geçirdiği bu bilinç evrimine yardımcı olmak için buradadırlar.

İndigo Kavramı nereden gelmektedir?
İlk kez 1970’lerde ortaya atılan “indigo” fikri, 1982’de Amerikalı bir pedagog olan Nancy Ann Tappe tarafından yazılan “Yaşamımızı Renk Yoluyla Anlama” isimli kitapta kullanılmıştır.  
Nancy Ann Tappe, bilimde sinestezi olarak kabul edilen (birleşik duyum) bir sendroma sahipti. Nancy, bu hastalığı sayesinde, insanların normalde göremediği aura olarak isimlendirilen, bedenlerini çevreleyen elektromanyetik enerji alanların renklerini Kirlian fotoğraf makinesi gibi görmekteydi ve 1970’lerde yeni doğan çocuklarda yeni bir tür aura rengi görmeye başladı. Bu, onun yaşamı boyunca daha önce hiç görmediği bir renkti. Bu, indigo rengiydi ve sadece dünyaya yeni gelen bazı çocukları kuşatıyordu. Bu yüzden Nancy onları “indigo çocuklar” olarak isimlendirdi. Daha sonraki incelemeler bu çocukların ayrıca olağandışı kişilik tiplerine ve paranormal niteliklere de sahip olduklarını göstermeye başladı. 
(İndigo rengi elektromanyetik spektrumda 420 ila 450 nanometre dalgaboyunda, maviden mora kadar olan tonları içermektedir. Elektromanyetik tayfın insan gözü tarafından saptanabilen aralığı olarak bilinen Optical Spektrumda, geleneksel renk bilimcileri indigo rengini 7 bolümden biri olarak kabul ederken, modern renk bilimciler bu rengi ayrı ve kesin bir bolüm olarak kabul etmeyip mordaki 450 nanometreden düşük dalgaboyları aralığı olarak kabul etmektedirler.) 
İndigo Bilincinin Özellikleri Nelerdir? 
İndigolar savaşçı bir ruha sahiptirler. Onların ortak amacı insanlığa artık hizmet etmeyen eski yaklaşımları ortadan kaldırmaktır. Onlar, dürüstlükten yoksun yönetim, eğitim ve yasal sistemleri ortadan kaldırmak üzere bulunmaktadırlar. Bunları başarabilmek için, kızgın bir mizaca ve ateşli bir kararlılığa ihtiyaçları vardır.  
İndigo Çocuklar Dünya'ya bir dizi hücresel talimatla gelmektedir. Bu talimatlar; kıskançlık, nefret, hatta hayatta kalmaya çalışma ya da korunma talimatı değildir. Bu çocukların sözleri birer yetişkin haline geldiklerinde insanlık için önemli olacak ve onlar şu soruları soracaklardır: "Dünyanın sorunlarına nasıl çözüm bulabiliriz. Hep birlikte nasıl hoşgörülü bir aile olabiliriz? Sürekli savaşmış olan insanları nasıl bir araya getirebiliriz?"
İndigo çocuklar, okudukları sınıflarda çevrelerine bakıp yalnız olduklarını düşünürler ve birçok bakımdan da öyledirler. Beyinleri sanki daha hızlı çalışır ve diğer çocuklarla birlikte aynı sınıfta olmak sonsuz bir sabır gerektirir. Çoğunlukla öğretmenlerinin o kadar ilerisindedirler ki söylenenleri kavrayabilmek için kendi titreşimlerini yavaşlatmak zorunda kalırlar. Bu onlar için zordur ve bu yüzden birçoğu öğretmen konuşurken gözlerini boşluğa dikip bakar.
İnsanların değişime direnmeleri doğal bir şeydir. Ancak, indigolar değişime eğilimli olarak gelmişlerdir. Dolayısıyla ilk başta sorunlu çocuklar ya da baş belaları olarak görülebilirler.
Bir indigo çocuğu, yüzünden ve gözlerinden hemen tanıyabilirsiniz. Çok yaşlı, derin ve bilge bir ifadeye sahiptir. 
İndigolar, hoşgörüsüzlüğü, adaletsizliği, savaş ve çatışmaları, yalanı, tüm üstünlük mücadelelerini ve ayırımları reddetmektedir. Hatta kendilerinin özel olarak etiketlenmelerine de inanmamakta, ayrılmalarına karşı çıkmaktadırlar. Çünkü onlar, tüm gezegen üstünde, tüm insanlık için en yüksek standartları istemekte ve bunu yaratmak için niyetlerini ortaya koymaktadırlar.
İndigo çocuklar buraya bir misyonla gelip şöyle diyorlar: “Biz bu gezegenin şu ya da bu yolla değişimine yardım edeceğiz. Biz bunu dünyaya gelip bir sevgi örneği oluşturarak yapacağız. Siz bize nasıl davranacağınızı öğreneceksiniz ve bunu öğrenirken birbirinize de sevgiyle davranmayı öğreneceksiniz.” 
Neler yapılabilir?
Onlar sizin sahip olduğunuz kalıpları değiştirmeye başladılar. Bu bağlamda anne-babalara büyük sorumluluklar düşmektedir. Önyargılarınızı ve eğilimlerinizi bu çocuklara geçirmeye çalışmayın. Onlar bunlara inanmayacak ve kabul etmeyecektirler. Çocuğunuzu kendinizden uzaklaştırmanın bundan daha hızlı bir yolu olamaz. Çünkü onlar sizin kendilerine geçirmeye çalıştığınız önyargıları görecek ve sizin bilgeliğinize saygı duymayacaklardır.
Yeni dünyanın çocuklarının eğitimcileri olarak, onların sizin sınırlarınızı aşmasını bekleyin. Onları buna teşvik edin ve bunu başarı ölçünüz olarak bilin. Onları, onlara ayrılmış o küçük kutuya uydurmaya çalışmayın. Bunun yerine, onların ne kadar ileri gidebileceklerini görün. Kapıyı açın. Onlara meydan okuyun. Onları öncelerinden daha iyi olmaya teşvik edin. Bunu bir oyun haline getirin, çünkü onlar oyunlara bayılırlar. Sınırlar koyarken yaratıcı olun. Bu çocuklara, yetişkin sorumluluk vermeden onlar yetişkinlermiş ya da yaşıtlarınızmış gibi davranırlar. Onları büyüklük taslamadan ve küçümsemeden dinleyin, saygı gösterin.  
“Ben İndigo muyum?”
“Ben İndigo muyum?” sorusu, bu sayfayı okuyanların da, İndigo kavramını ilk defa işitenlerin de sorageldiği ve çok merak ettiği bir sorudur. Bu kavramın doğru anlaşılması için hep aynı şeyi vurguladık: "İndigo, bir üstünlük anlayışı değildir! İndigolar özel değil, sadece farklıdırlar. Bu farklılık onların yeni dünya düzenini yaratmak için ihtiyaç duyacağı yeteneklerden kaynaklanmaktadır." İndigo bilincine dair bahsettiklerimizi okurken mutlaka kendinize dair bir fikriniz oluşmuştur. 
Skeptikler
Şüphecilerin İndigo kavramı konusundaki iması ise, çocuklarının ilaçlar verilerek uyuşturulmasına karşı çıkan ebeveynlerin, onları özel gördükleri için bu kavrama sığınmaları olarak düşünülmektedir. Zira hem dünya çapında hem de Türkiye’de çocuk gelişimi uzmanları, akademisyenler ve psikologlar da bu konuda ikiye ayrılmış durumdadır. Bu yüzden indigo fenomeni henüz teorik ve felsefi bir yaklaşım olarak göz önüne çıkagelmektedir.  
Bu sayfaya tesadüfen eriştiğinizi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz!
Gezegenimiz artık onarılması çok güç bir yıkımın eşiğindedir. Sorumsuzca tüketilen kaynaklar, doğal yaşama verilen devasa zarar, hoşgörüsüzlük, cehalet, sefalet… Toplumun faydasını düşünmekten ve adaletten yoksun yönetimler… Tüm insanlığı uyutmaya, manipüle etmeye ve sömürmeye dayalı sistemler… Kısacası, tamamen dünyanın ve insanlığın zararına olan bir dünya ile karşı karşıyayız.
Tam da bu zamanda indigolar, insan eliyle yaratılan bu yıkımı durdurmak için bu gezegende doğuyorlar ve sistemlerin içine girip sorumluluklarını üstlenmeye başlıyorlar.  
Kendinizi farklı hissediyorsanız, üstünde yaşadığımız Mavi Gezegen’i korumak için kendinizi sorumlu olarak hissediyorsanız, hiç şüphesiz ki doğru adrestesiniz.
Şu anda bu dünyada bulunan çocukları zor zamanlar beklemektedir, çünkü kendilerinden sonra gelecek olanlara yer açmak için epey değişim gerekli olacaktır, bu değişimleri de İndigo’lar sağlayacaklardır. 
“İndigolar taşlı yollarda çıplak ayaklarla yürüyenlerdir…”
  indigo testi sorular EVET HAYIR
01 Dünyaya bir asalet duygusuyla gelmiş gibi hareket ediyor mu?
02 Burada olduğunu hakkettiğini düşünüyor mu?
03 Kendi değerini biliyor mu?
04 Disiplin ve otorite konusunda zorluk yaşıyor mu?
05 Yapması zorunlu olduğu şeyleri reddediyor mu?
06 Sırada beklemek çocuğunuza işkence geliyor mu?
07 Ritüel yönelimli ve yaratıcı düşünce gerektirmeyen sistemlerde hayal kırıklığına uğruyor mu?
08 Evde, okulda veya iş yerinde işleri yapmanın kolay yollarını görüyor mu? 
09 Topluma ayak uyduramayan biri mi?
10 Suçluluk duygusu verilerek disipline sokulmaya karşılık vermiyorsa;
11 Yapmak zorunda olduğu görevlerden veya ödevlerden kolayca sıkılabiliyor mu?
12 Gerçekten yaratıcı mı?
13 Sezgi yeteneği var mı?
14 Başkalarına karşı güçlü bir empatiye sahip mi?
15 Erken yaşlarda düşünceleri oluşmaya başladı mı?
16 Çok zeki görünüyor mu?
17 Çok yetenekli mi? (üstünzekalı olarak ta tanımlanabilir/ genellikle 120 üstü IQ seviyesi)
18 Hayaller kuran biri mi?
19 Çok yaşlı, derin ve zeki bakan gözlere sahip mi?
20 Spiritüel (ruhsal) zeka sahibi mi?

10 veya 15 soruya cevaplarınız evet ise bu kişinin bir İndigo olabileceği anlamına gelir.
Bu bir rahatsızlık veya korkulacak bir durum değildir. İndigolar homosaphien neslinden sonraki nesildir. İndigolar dünya gezegeninin titreşimini yükseltmek için buradalar. Onlar yükseliş için aydınlanmayı getirenlerdir. Zor olan durum, onların birçok çevre tarafından yanlış anlaşılmasıdır. Çünkü onlar, artık hizmet etmeyen eski sistemlere uymamaktadır. Yerleşik kültür ve toplum normlarına uymadıkları için sistem yıkıcılar (herhangi bir sisteme uyum sağlayamayanlar) olarak görülmelerine neden olur. Halbuki onlar yüksek anlayışları ve farkındalığı getirmektedirler.
Not: Bu testin bilimsel bir değeri yoktur. Bu testteki sorular, indigoların ortak özelliklerini gösterebilmek için kullanılmıştır ve genel bir veri çıkarmak mümkün değildir.
KAYNAK: http://www.indigodergisi.com

24 Eylül 2010 Cuma

Eğrilterek Eğitmek mi Eğiterek Doğrultmak mı?

Eğitimde şu an temel sorun öğrencinin öğrenip öğrenmediği değildir. Sorun velidir, sorun öğretmendir. En masum olan öğrencidir. Ödev konusunda da bu böyledir.  (Fahrettin Eşgünoğlu)
Altan Akay: Tecrübelerinize dayanarak soracağım çok şey var ama öncesinde bir eğitimci ve eğitim çağındaki bir gencin babası olarak, var olan ve alışılagelmiş eğitim teknikleri ile çocuklarımızın öğrenebilirliklerinin çakıştığı noktalar var mıdır sizce?
Fahrettin Eşgünoğlu: Şöyle bir tanımla başlayabiliriz. Öncelikle bireyin gelişimindeki eğitim ve öğretim kavramları içinde nerelerde olmamız gerektiğine bakmak lazım. Klasik tanımla öğretim; herhangi bir sistemin yetiştirmek istediği birey tipine uygun bir müfredatın hazırlanması, bunun da o çocuklara verdirilmesinin sağlanması olarak tanımlanabilir. Nerede olacak? Okullarda. Kim aracılığıyla? Öğretmenler aracılığıyla. Eğitim boyutunda ise bu çok tanımlanmış bir alan değil. Bu öğretmenin kendi becerisine kalmıştır. Öğretmen, zaman içerisinde kendi yaşantısından edindiği bilgi, deneyim ve tecrübeleri de harmanlayarak kendi tipi gibi bir birey yetiştirmeyi hedefler, amaçlar.
Eğitim ve öğretimi ikiye ayırdınız. Siz nasıl tanımlıyorsunuz onları?
Az önce söylediğim gibi. Öğretim içinde yaşanılan sistemin yetiştirmek istediği birey tipine uygun hazırladığı müfredat programlarının bireylere öğretilmesi ile sınırlı dar bir alan. Eğitim ise bireyin çocukluğundan başlayıp yaşamı boyunca olan bütün davranış ve düşüncelerinin toplamı. Bu davranış ve düşünceleri belirli bir süzgeçten geçirerek hayata uygulama çabası.
Burada benim aklıma şöyle bir düşünce geliyor. Eğitim bilimleri konusunda bazı eğitimcilerin sıkıntı çektiğini düşünüyorum. Sebep de şu ki; zamanında sınıf içerisinde benim veya başka kişiler hakkında öğretmenlerimizin söylediği sözler, zaman zaman bizi küçük düşürür ve yıpratır olmuştu. Buradan yola çıkarak meslek kazanmak hususundaki yolu değerlendirdiğimiz zaman sizce mühendislikte mi öğretmenlikte mi daha seçici olmak lazım adayları seçerken? Bazı sanat dallarında olduğu gibi özel yetenek sınavları yapılmasını düşünmüyor değilim öğretmenlikte de...
Doğru. Buna tersinden başlayabiliriz. Mesleklerin hepsi kendi alanında hakikaten değerli mesleklerdir. Bunların içinde öğretmenlik çok çok özeldir diyerek öğretmenliği yüksek derecede kutsamak çok da doğru değildir. Ama bir şeyi söylemekte fayda var. Mühendisliğe giden yolu açan öğretmenliktir. Böylesi bir öneme vurgu yapmak lazım. Sorunuz son cümlesine kesinlikle katılıyorum. Öğretmen yetiştiren kurumların son senesinde alınan diploma üzerinden mesleğe atama yapılmamalıdır. Onun ötesinde de özel yetenek gerektiren bir ölçüm ile öğretmenin ölçme değerlendirmesi yapılmalı ve arkasından mesleğe atanmalıdır. Hatta daha da ileri giderek meslek yaşamı boyunca bu ölçme değerlendirmelerin sürdürülmesi gerekir. Hala bu konuda yeterli olup olmadıkları, kendilerini geliştirip geliştirmedikleri kontrol altında tutulmalıdır.
Bildiğim kadarıyla bir teftiş sistemi var.
Aslında yok... Eskiden vardı sağlıklı değildi. Şimdi ise bütünüyle işlevselliği kalktı. Şimdi öğretmen öğrencileriyle baş başa bir dünyanın içinde diyebiliriz. Bakanlık sadece öğretilmesi ve öğretilmemesi gereken konuları söylüyor.
Teftişler yapılıyor ama teftiş yapan görevlinin öğretmenlere karşı bir yaptırımı kalmadı diyorsunuz yani?
Kalmadı. Teftiş sistemi şimdi biraz daha yumuşatıldı. Adına müfettişlik denilen kurum sadece yılda bir kez yetebildiği kadar öğretmene yol gösteriyor. “Şöyle yaparsan daha iyi olur” şeklinde. Niye yapmadın durumu kalmadı. Bakanlığını bakış açısı ile öğretmenleri teftiş eden ve öğretmene not veren sistem artık yok. Onların yaptırım yetkisi ellerinden alındı. Görüyoruz ki; müfettişler de teftiş edecek kadar öğretmenlere yeterli olamayabiliyor. Müfettişler de sonuç itibariyle eğitim öğretim camiasından alınan teftiş konusunda çok farklı eğitim öğretim görmemiş biz meslektaşlarımızdan oluşuyor. Müfettişlerin de eğitime bakış açısı öğretmenlerle kıyaslandığında çok fark etmiyor.
Bu alanda üniversitelerde eğitim veren özel bir bölümün oluşturulması daha sağlıklı olur mu sizce? Daha eğitim bilimlerine yönelik...
Şöyle düşünülebilir. Adına müfettiş denilir, eğitim uzmanı denilebilir fark etmez. Sınıfta bocalayan ya da bir yere başvurmak isteyen öğretmenin ilk gideceği yer bir eğitim uzmanı olmalıdır. Bu eğitim uzmanı da okullar ile Milli Eğitim Bakanlığı ile ortada bir yerde pozisyon alabilir. Yani öğretmene ihtiyaç hissettiğinde danışacağı, başvuracağı ve tartışacağı bir kurum haline getirilebilir. Ama bunu söylerken eski müfettişlik sistemini kastetmiyorum. Çok da doğru bir sistem değildi.
Kısa bir süre önce bir eğitimcinin düşüncelerine bir veli aracılığıyla vakıf oldum. Söylenen şu ki; çocuklara yazın yoğun bir ödev programı verilmediği sürece, öğrencilerin bilgilerini unuttuğu yönündeydi. Biz bolca verelim, onlar yapamasa bile bilgiler taze kalacak diye düşünülüyormuş. Geçmişe baktığım zaman sayfalarca ödevin birikmiş olması düşüncesi beni yaz tatilimi yaşamaktan alıkoyardı. Üstüne bir de yapamadığım kısımlar olması dönüşte nasıl bir tepkiyle karşılaşacağım konusunda beni düşündürür ve güvensizliğe iterdi. Siz ne düşünüyorsunuz?
Sanırım şöyle bir bakış açısı ortalama olarak kabul görür. Kontrol edilmeyen ödev ödev olmaktan çıkmıştır. Sadece bir angaryadır. Bazen de öğretmenin ne yapacağını çok bilmeden boşuna çırpınışıdır. Aslında o bilir ki verilen ödevlerin çoğu yapılmayacaktır. Yapanlar da her zaman kendi çabalarıyla yapmamaktadır ki biz öğretmenler bunu anlayabiliriz…
Gördüğüm bir şey de şu ki; verilen çok ödevi yapmak öğrenci için bir içsel tatmin sağlıyor. Bu tatmini de kendisine verilen sözüm ona o zor görevi başarıp yaptıklarını etrafındakilere göstermekten elde ediyor. Bu bana çocuk yaştaki bir birey için hoş gelmiyor açıkçası.
Aynen öyle. Eğitimde şu an temel sorun öğrencinin öğrenip öğrenmediği değildir. Sorun velidir, sorun öğretmendir. En masum olan öğrencidir. Ödev konusunda da bu böyledir. Veli inanılmaz bir biçimde çocuğuna ödev verilmesinden yanadır. Bu, öğretmen ve öğrenci üzerinde bir baskı oluşturur. Ödev vermeyen öğretmen, öğretmen değildir gözüyle bakıyor veliler. Öğretmen de bu sarmal da ben çok ödev vereyim iyi öğretmen olayım der. Burada da ezilen öğrenci olur. Hatta yoğun ödev altında başarılı olamayan öğrenci psikolojik sıkıntı içerisine yoğun bir şekilde girebilir. Olumsuz tavır besler. Örneğin matematikten verilen ödevi yapamayan çocuk ben bu işi yapamıyorum der ve derse karşı olumsuz tutum geliştirmiş olur. Sorun burada veli öğretmen ilişkisi üzerine dayalıdır. Bu eğitimde korkunç bir sistem sorunudur. Takip edilmeyen ödev aynı zamanda öğrenciye de zarardır. Ne gibi? Çocuk rastgele cevaplamış olabilir. Kontrol edilmediği için bir sonuca varılmamıştır. Öğrenciye verilen ödevi evde aile yapmıştır ki öğretmen bunu bilir. Yine bir sonuca varılmamıştır. Yaz tatillerinde verilen ödev de böyledir, günlük verilen ödev de böyledir. Çocuğunun ödev aldığını duyan veli mutlu olmuştur.  Ödev verdiği için öğretmen mutludur. Bunun sonucunun da eğitim öğretim açısından hiçbir değeri ve kayda değer bir tarafı yoktur.
Bir örnekle devam edebiliriz. İlköğretimde proje performans ödevleri verilir öğrenciye. Çocuk ilk olarak yardım alabileceği bir büyük yoksa internetten bilgiyi olduğu gibi indirir. Altına adını ve soyadını ekler getirir verir öğretmenine. Bu işlenmemiş bir bilgidir. Öğretmen çok dert etmez bunu. İkincisi, ödev, el becerisine dayanan bir performans ödevi ise; maket yapacaksa veya bir tasarım yapacaksa bunu en güzel biçimde veli yapar. Bu çalışmanın hemen hemen hiçbir yerinde öğrenci yoktur. Sadece izlemiştir. Sınıfa böyle iyi bir proje getirildiğinde öğretmenin de yapabileceği bir şey yoktur. 100 üzerinden 100 verir ve bu sırada bunu veli de bilir. Veli mutludur; öğrenci, yüksek not aldığı için mutludur; içinden en iyisini seçip sınıfın en güzel yerine koyan öğretmen de mutludur. Herkesin kendisini kandırdığı bir sistem haline gelmiştir.
Fakat şöyle bir şey yapılabilir. Öğrenci kendi ilgisine yönelik bir alana motive edilir, o alanda, o konuda rol alırsa, o rolü ailesinden sadece destek alarak bir çalışmayla yürütebilir. Probleme dayalı eğitim mantığı yöntemi tam olarak bunu içerir. Ama biz de uygulanabilirliği zordur. Çünkü en temel sıkıntı sınıflardaki öğrenci sayısının çok olmasıdır. Bunu 15 20 kişilik sınıflarda yaparsınız, sınıfı 3 4 ayrı kümeye bölersiniz, sorun yoktur.
Bana göre ödevde temel sorun öğretmenin “sana şunu veriyorum yap” demesi ve öğrenciyi cezalandırır bir pozisyona girmesidir. Yaz tatilinde bazı öğretmenlerin binlerce sayfa test ödevleri vermesi gibi. Bunun yerine çocuğun ilgi alanlarını motive ederek ve kamçılayarak, ona kendi yapmasını istediği biçimde bir araştırma verilebilir. Bu çocuk için daha keyiflidir. Kendi aradığı için bir ceza olarak görmez bunu. Bu konuda çalışma yapılabilir ama yaptığı çalışma sonuçta mutlaka denetlenmelidir.
Çocuklara ilköğretim seviyesinde verilen eğitimin devamında çocuğun durumuna göre daha yatkın olduğu sayısal veya sözel diye tabir edilen derslerin yerine sanat spor gibi dallara yönlendirmek o çocuktan gelecekte alınacak verimi arttırabilir mi?
Arttırılabilir tabi. Bu ülkedeki ilköğretim okullarında herkes şunu bilir. Teneffüs başlama zili çaldığında ortalama olarak 10 saniye içinde sınıf terk edilir. Sebebi öğrencilerin dersten sıkılmasıdır. Oysa bir yangın tatbikatında bu süre 20 saniyelere çıkar çünkü o da bir görevdir çocuk için. Bunu neden söylüyorum? Çocukların çoğunun okula gidişlerindeki istek, arkadaşlarıyla bir arada olmalarından ve güzel vakit geçirmeyi sevmelerinden kaynaklanmaktadır. Öğrenme bilgi edinme çoğu için bir işkence gibidir.
O zaman eğitimde öyle yeni sistemler olmalıdır ki; öğrenciler öğrenmeyi sevebilsin…
Aynen öyle. Çocuğun okulda geçirdiği zamanın bir bölümü, kendi zevk alacağı bir alana yönlendirilebilir ki her çocuğun bir ya da iki tane bu şekilde ilgi alanı vardır.
Mesela neler olabilir?
Resimden hoşlanan vardır, günde 3 saat sessiz sedasız resim yapmaktan müthiş zevk alır. Bir diğeri resmi sevmez müzik yapmaktan mutludur. Aslında bunu diğer müfredatla harmanlamak lazımdır. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse ilköğretim okullarında seçmeli dersler vardır. Bakanlık, belirlediği öğretim yıllarında belirli alanlarda bahsettiğimiz alanlarda seçmeli dersler koyar. Ama uygulamada bu böyle değildir. Öğretmenler kurulunda karar alınır ve önümüzdeki sene herkes satranç oynanacak denilir. Herkes satranç sevmez ve belki oynamaktan nefret eder. Bunun bu şekilde zorunlu seçmeli hale gelmesinin bizim açımızdan da bir sebebi vardır. Satrancı seçtiğiniz zaman okula kadrolu ya da sözleşmeli öğretmen almanız gerekir. Bir grup öğrenci resmi seçer ve bunun için eğitimci bulmak mümkündür. Birisi halk oyunlarını seçti diyelim ki. Sertifikalı bir öğretmen getirmeniz gerekir. Bunların bizlere yarattığı yetersizliklerden dolayı biz, bizce karar verir ve onların yerine seçmek zorunda kalırız. Elimizde olan sertifikalı öğretmenin durumuna göre o sene seçilecek olan derse karar veririz.
Seçmeli ders öğretmenliği adı altında bir dal oluşturulması buna bir çözüm olabilir mi?
Az sayıda belirtilen dalların bazılarının öğretmenleri vardır. Ama öte yandan sadece hayat resim, müzik ve beden eğitimi gibi derslerle sınırlı değildir. Drama, satranç, halk oyunları gibi birçok dal vardır. Bu alanlarda da öğretmenleri yetiştirilmesiyle bu sorunlar aşılabilir. Bu ise zor bir durumdur. Bakanlık, karşılar karşılamaz tartışılır. Buradan başka bir yere geçmek isterim. Çocuk adı üstünde çocuktur. Sadece derslerin arasında sıkışmaktan çok öteye geçmek ister. Kendi zevk aldığı uğraşları okulda sergilemek ister. Bu, bilgisayarda oyun oynamaktan tutun da, söylediğimiz gibi satranç, drama, halk oyunlarına kadar gider. Bu alanları müfredatın içine yerleştirmek ve gerektiği zamanı da ayırmak gerekir.
Okulu öğrencinin seveceği bir yer haline getirmek gerekir yani…
Aynen. Yoksa başta söylediğim gibi teneffüs zili çaldığında 10 saniye içinde sınıf terk edilir. Sıkıldığından dolayı öğrenci teneffüs denilen o 10 dakikayı çok sever.
Ailelerde gördüğüm şey şu ki; sessiz, sakin, otur otur, kalk kalk çocukları olsun istiyorlar. Bana göre böyle bir çocuk olmaz. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bir yanıyla çocuk; davranışlarını kontrol edemeyen, davranışlarının getireceği sorumlulukları tahmin edemeyen birey olarak tanımlanabilir. Çokça duygularıyla hareket eden… Böyle bir bireye otur otur, kalk kalk, sessiz ol, ders dinle demek doğru değildir. Bir çocuğu sessiz hale getirmek mümkündür. Bunun yol ve yöntemlerini eğitimciler bilirler(gülümseyerek). İşe yarar mı? Yaramaz. İşte bu yüzden 40 dakika boyunca bu hale getirilen çocuğun zilin çalması ile dışarı fırlaması bir olur. Az önce dediğim gibi çocuğu susturarak veya davranışlarını bastırarak, ona eğitim öğretimde rol kazandırmak doğru değildir. Eski bir eğitim yöntemidir bu. Sadece öğrenci, öğretmen arasında ilişkiye dayalıdır. Öğretmen anlatır, öğretmen susturur. Çocuklar edilgendir. Sadece dinlerler. Öğrenen öğrenir.
Bilgiyi ölçmek konusunda kullanılan klasik sınav ile test sınavı arasında eğiticiliği açısında ne gibi farklar görüyorsunuz? Eğitici midirler sizce?
Hangi tip sınav olursa olsun, öğretici yanlarının olduğunu düşünmüyorum. İster klasik, ister test olsun. Ama bir şekilde bir ölçme yönteminin de kullanılması gerekir. Bunu birkaç yöntemle yapabilirsiniz. Fikrimce şu iyidir denilen bir yöntem yoktur. Hepsini harmanlayarak yapmak lazım aslında… Test güvenli bir ölçme aracı değildir. Çocuk şıklardan yola çıkarak kendine bir yol haritası çizme gibi bir tutum içerisine girebilir. Klasik yazılı da çocuk biraz daha özgürdür. Eleme sistemini kullananlar için de bu klasik sistemi kullanmak mümkün değildir. Çünkü bir sözcüğün bile sorun yaratması mümkündür. Üniversite sınavını klasik yaptığınızı düşünün. Kıyamet kopar. Sözcük anlamıydı, yorum farkıydı derken alır başını gider… Kaldı ki 4 5 seçenekli sınavlarda bile curcuna kopuyor. Eğitim öğretim süreci içerisinde çocuğu değerlendirmenin tek yolu sınav olmamalıdır. Belirli dar alanlarda seçmeli sorulardan oluşan sınavlar yapılabilir. Dersin uygunluğuna göre klasik sınavlar yapılabilir.
Matematik sınavlarının sadece test yöntemi ile yapılmasını da doğru bulmuyorum. Çünkü seçeneklerden doğruya gitmek denenecektir. Oysa klasik tip yazılıda bu böyle değildir. Çocuğun problemi belirli bir yere kadar çözdüğünü görürsünüz. Bu yere kadar gelmesi bile başarı kabul edilip, niye sonuca ulaşamadığı bir başka derste anlatılabilir. Testte bu böyle değildir. Doğru seçeneği bilemezse bitmiştir. Bunun dışında çocuğun ölçülmesindeki bir diğer kıstas da davranış toplamıdır. Yazılısı kötü olabilir ama öğretmenin çocuk üzerindeki gözlemleri en belirleyici unsur olmalıdır bence.
Eskilerden karnelerimizde vardı davranış notu…
O rastgele olarak pekiyi yapılırdı. Ben tam tersini söylüyorum. Örneğin 5. Sınıftaki bir çocuğun sadece aldığı notların ortalaması kayda geçirmemelidir. Bunu yaparken –sistem ne kadar uygun olur tartışılır ama- ; çocuk hakikaten derse ilgi duyuyorsa, derste cıvıl cıvılsa, soru soruyorsa ve verilen soruları doğru ya da yanlış cevaplamaya çalışıyorsa o çocuğun o dersteki başarısı mükemmel olarak değerlendirilmelidir.
Açıkçası ben başından beri çocukların “sen 1’liksin, sen 5’liksin” diye sınıflandırılmasına karşıyım. Onun ötesinde karnenin çocuklara değil de ailelerine verilmesinden yanayım. Neden? Çocuklar, 5’lik arkadaşlarının arasında 3’lük gözükmek istemeyebilir. Bu değeri ailesinin bilmesi daha önemli değil midir? Buna da bir yandan değer diyoruz ama her birey değerlidir aslında…
Aileleriyle birlikte çocuğun karne alması daha iyi gibi gözüküyor. Ama orada da temel bir sorun var. Her ortamda çocuğunu diğer çocuklarla kıyaslayan velilere bakarsak, karnelerini onlar aldıkları zaman hezimete uğrayan çocuk olmaktadır. Bu yarışı ortadan kaldırmak gerekir. A dersinde temel konuları ilk ayda biraz öğrenen, diğer aylarda bir şeyler katan, devamında da öğrenen çocuk başarılı sayılmalıdır. Ama aynı zamanda bu derslerinin tümünü öğrenen çocuk da kendi çapında başarılı sayılmalıdır. Kıyaslama yapılmazsa bu söylediğiniz sorun ortadan kalkacaktır.
Bu aslında eğitimin ötesinde insanlıkla alakalı bir sorun gibi geliyor. Nedense kendimizi bir şeylerle kıyaslamak gibi zaaflar içine giriyoruz bazen... Sınıf içi yaşadığınız ilginç bir tecrübeniz var mı?
Çocuklara çok yükleme yapılıyor. Çocukların dikkat süresi çok azdır. Biliniyor ve bilinmesine rağmen bunu kaldıramayacakları sınav stresleri yaşatılıyor. Kendi sınıfıma yaptığım bir örnek vereyim. Bir matematik testi hazırladım. 1’den 20’ ye kadar sorular var. Bunun sonucuna baktığımda sınıfın %75’i ilk on civarı soruya doğru cevap vermiştir. Sonra dökülmeler başlamıştır. 3 gün sonra aynı sınav, 20. soru 1. soru olarak yapıldığında görülen şudur ki; ilk 10 civarı soru doğru yapılırken devamında yanlışlar başlamıştır. Öncesinde doğru yapılanlar sonrasında yanlış, öncesinde yanlış yapılanlar sonrasında doğru yapılmıştır. Görülen şudur ki öğrencinin dikkati ciddi bir şekilde dağılmıştır. Bir sınıfa koro halinde sorun. “yemeklerden sonra ne yapılması gerekir?”. Sınıf koro şeklinde cevap verir. “dişlerimi fırçalamalıyız öğretmenim”. “hangi macunu kullanıyorsunuz?” diye sorun, yarı yarıya bilmezler. Çünkü fırçalamıyorlardır. Kaç tanesini diş fırçası kullanmadığına bakın, sınıfın bulunduğu yere bağlı olarak en az 15 kişi çıkar…
Unutmayın… Bir zamanki heyecanlarınız, başarılarınız veya başarısızlıklarınız… Şu anda hangi pozisyonda olursanız olun… Siz de bir zamanlar çocuktunuz. Kendinizi onların yerine koyun ve şimdi 10 saniye bir düşünün. Bence aklınıza çok şey gelecek…

Biyografi: Fahrettin EŞGÜNOĞLU
1958 Giresun doğumlu. Kırşehir Eğitim Enstitüsü mezunu. 1979’da öğretmenliğe başladı. Halen Ankara Yenimahalle Necmi Şahin İlköğretim Okulunda sınıf öğretmenliği yapıyor.
Kaynak:   http://www.indigodergisi.com

5 Eylül 2010 Pazar

Öğrenme Stilleri ve Çalışma Yöntemleri


Öğrenme; bireyin olgunlaşma düzeyine göre, çevresiyle olan etkileşimi sonucunda yeni davranışlar kazanması ya da eski davranışlarını değiştirmesi sürecidir.


Yapılan araştırmalara göre; her bireyin kullandığı öğrenme şekilleri farklılık göstermektedir. Öğretimin bireyselleştirilmesinin en sağlam yollarından biri, her öğrencinin en iyi öğrendiği yolu bulup, o yolu açmak ve orada ilerlemeyi kolaylaştırmaktır. Bu amaçla, sınıflarda farklı öğrenme stillerine uygun öğrenim malzemesi ve stratejisi kullanılması, evde ise bu bilgi doğrultusunda çalışma ortamının düzenlenmesi ve ebeveynin çocuğuna destek vermesi önemlidir. Ebeveynin çocuğunun öğrenme stilli hakkında sahip olduğu bilgi, onun çocuğunun ders sorunlarına bakışında, onu anlamasında ve ona yol göstermesinde de oldukça etkilidir.
Öğrenme Stilleri
Bireye özgü birtakım özellikler vardır. Bunlar kişiyi diğerlerinden ayırır. Göz rengimiz, boyumuz, kan grubumuz vb. uzayıp giden bir liste... Birey bu özelliklerden bazılarını zaten bilir, bazıları hakkında ise daha kapsamlı bir gözlem yapması ve/veya konu uzmanından yardım alması gerekir. Öğrenme stilinizi bilmek yaşamınızı oldukça kolaylaştıracaktır. Çünkü öğrenme stilinizi bilmek, size anlamsız gelen pek çok davranışınıza anlam katacaktır. Öğrenme stiliniz, sizin kan grubunuz gibi doğuştan var olan ve sizin yaşamınıza önemli etkileri olan özelliğinizdir.
Öğrenme stilleri kavramı ilk defa 1960 yılında Rita Dunn tarafından ortaya atıldı. O yıldan beri sürekli çalışıldı ve araştırıldı. Bu çalışma ve araştırmaların amacı, insanların birbirinden farklı olarak öğrendiklerini ortaya koymaktı. Öğrenme stilleri konusunda uzun çalışmalar yapan Rita Dunn (1993) öğrenme stillerini, “her bir öğrencinin yeni ve zor bilgiyi öğrenmeye hazırlanırken, öğrenirken ve hatırlarken farklı ve kendine özgü yollar kullanması” olarak tanımlar.
Bir öğrencinin algısı, diğer insanlarla ilişkileri ve öğrenme ortamındaki davranışlarına etki eden bilişsel, duyuşsal ve fizyolojik yapısı, onun öğrenme stilini belirler.
Öğrenme stillerini temelde üç ana özellikte toplayabiliriz. Bunlar;
  Görsel
  İşitsel-Duyusal
  Dokunsal (Kinestetik)
Bir bireyin etkili ve verimli ders çalışma sistemlerini belirleyip uygulayabilmesi için; öncelikle kendi öğrenme stilini iyi tanıması önemlidir. Bu stillerden sadece tek birine sahip olmak, hemen hemen imkansızdır. Genelde bu üç biçimden her birini farklı ağırlıklarda kullanırız.
Görsel Öğrenenlerin Genel ÖzellikleriGörseller, özel yaşamlarında genellikle düzenli ve titizdir. Karışıklıktan ve dağınıklıktan rahatsız olurlar. Dağınık bir masada çalışamazlar, önce masayı kendilerine göre düzenlerler, daha sonra çalışmaya başlarlar. Kalem, silgi, kalemtıraş gibi araçlar için sıra veya masada kendilerine göre yerler belirlerler ve bu araç gereçleri hep bu yerlerde tutarlar. Çantaları dolapları her zaman düzenlidir. Yazmayı sevmeseler bile defterlerini düzenli ve itinalı kullanırlar. Defterlerinin köşeleri kıvrılmaz, kıvrılırsa da ataç takarak bu kıvrılmayı önlemek için gayret gösterirler. Görsel sanatlar, edebiyat, yaratıcı yazı çalışmaları ve deneme tarzında yazılmış olan edebi eserler ilgilerini çeker. Konu anlatımı veya bir olayın anlatımındansa yazılı olarak verilmesini tercih ederler. Okudukları ve yazdıkları metinlerde yazım, noktalama ve diğer dilbilgisi kurallarına duyarlıdırlar. Bu özelliklerinden dolayı evde büyükleri, okulda öğretmenleri tarafından takdir edilirler.
Görsel Öğrenenlerin Güçlü ve Zayıf Yanları
Güçlü Yanlar
  Gördüklerini ve okuduklarını hatırlarlar. İyi gözlemcidirler.
  Birebir etkileşimi ve göz temasını önemserler.
  Farklı renkleri kullanmaktan hoşlanırlar; bu şekilde daha kolay düşünür ve öğrenirler.
  Resimlerle veya sözcüklerle düşünmeye yatkındırlar.
  Çevrelerindeki detayları gözlemlerler.
  Okumaya düşkündürler.
  Yüzleri iyi hatırlarlar.
  Liste yapmayı severler.
  Kolay organize olurlar.
  Çantaları, masaları, dolapları vb. düzenlidir.
  Uzun hedefli planlar yapabilirler.
Zayıf Yanlar  Duyduklarını uzun süre hafızada tutamazlar.
  Ders anlatılırken not almazlarsa huzursuz olurlar.
  Yazılı olmayan bilgiyi fark etmeyebilirler.
  Karmaşık ve karışık ortamlarda huzursuz olurlar.
  İsimleri hatırlamakta zorlanırlar.
  Görsel materyallere dayanmayan uzun anlatımlara tahammül edemeyebilirler.
  Dağınıklığa ve düzensizliğe tahammülsüzdürler.
  Plansızlığa, programsızlığa tahammül edemeyebilirler.
  Sözel yönergeleri hatırlamakta zorluk çekerler.
İşitsel Öğrenenlerin Özellikleriİşitseller, küçük yaşlarda kendi kendilerine konuşurlar. Ses ve müziğe duyarlıdırlar. Sohbet etmeyi, birileri ile çalışmayı severler. Yabancı Dil öğreniminde (konuşma ve dinleme becerilerinde) başarılıdırlar.
Kendi kendine konuşmaları nedeniyle öğretmeni dinlemekte zorlanabilirler, bu özellikleri nedeniyle, işittiklerini daha iyi anlama özelliklerine rağmen bu şanslarını kaybederler. Gözle okuma esnasında hiçbir şey anlayamayabilirler. Bu nedenle, okurken dudakları oynar, sesli okurlar. Desteklemek için en azından kendi kulağının duyabileceği bir sesle okumalarına izin verilmelidir. İşittiklerini daha iyi anlarlar. Daha çok konuşarak, tartışarak öğrenirler. Bilgi alırken dinlemeyi okumaya tercih ederler. Tempolu ve ahenkli konuşurlar. Olay ve kavramları birinin anlatması ile daha iyi anlarlar. Grup ve ikili çalışmalarda konuşma ve dinleme olanakları olduğu için iyi öğrenirler.
Hatırlamak istediklerini, birisi kendilerine anlatıyor ya da söylüyormuş gibi işiterek hatırlarlar.
İşitsel Öğrenenlerin Güçlü ve Zayıf Yanları
Güçlü Yanlar  Duyduklarını hatırlarlar.
  Uzun anlatımlarda bile anlatılanların içerisinde kaybolmazlar.
  İyi bir konuşmacı olabilirler.
  Müzik hatırlamalarını kolaylaştırır.
  Pek çok kişi için bir anlam ifade etmeyen ses, ritm, melodi onların pek çok şeyi hatırlamalarını sağlar.
  Ses taklitlerine yatkındırlar.
  Konuşulmuş/tartışılmış olan konuları hatırlarlar.
  Bilinmeyen kelimeleri anlamından çıkarırlar.
  Yüksek sesle okumaktan hoşlanırlar.
  Anlatım becerileri yazı yazma becerilerinden iyidir.
Zayıf Yanlar
  Gürültüden rahatsız olurlar. Gürültülü ortamlarda konsantre olamazlar.
  Resimler ve resimli anlatımlardan rahatsız olabilirler.
  Dersin melodik ve ahenkli bir ses ile anlatılmasını isterler.
  Okumaktansa dinlemeyi tercih ederler.
  İsimleri hatırlasalar da yüzleri hatırlamakta zorlanırlar.
  Yazmaktan hoşlanmazlar, konuşmayı tercih ederler.
  Yazarken noktalama işaretleri, dilbilgisi hataları yapabilirler.
Dokunsal Öğrenenlerin ÖzellikleriDokunsallar oldukça hareketli olur ve hareket halinde öğrenirler. Tahtayı silmek, pencereyi açmak, kapıyı örtmek, tebeşir getirmek hep onların görevi olsun isterler. İlgi odağı olmaktan hoşlanırlar. Uzun müddet oturduklarında ve hareketsiz kaldıklarında zorluk çekerler. Tahta-tebeşir-anlatım ders işleme sisteminden en az yararlananlar onlardır. Bu nedenle, “yaramaz” ve “tembel” olarak tanımlanabilirler. Dikkatlerini çekmek için dokunmak ve temas önemlidir.
Öğrenebilmeleri için yaparak-yaşayarak öğrenme dediğimiz öğrenme tekniklerinin uygulanması faydalıdır. Sosyal ortamlarda canlılık ve hareketlilikleriyle dikkat çeker; insanlara yakın dururlar. Kısa, öz, dokunarak, jest/mimiklerle ve hareket ederek konuşurlar.
Dokunsal Öğrenenlerin Güçlü ve Zayıf Yanları
Güçlü Yanlar
  Yapılanı hatırlarlar.
  Oyunlara bayılırlar. Ya eğlendirmelidirler ya da eğlenmelidirler.
  Aktif katılımı severler.
  Birkaç konuda birden aynı anda çalışabilirler.
  Dramatizasyondan hoşlanırlar.
  Hareket içeren hikaye kitapları okumayı severler.
Zayıf Yanlar  Konuşanı veya görüleni hatırlamakta zorlanırlar.
  Okumada zorlanmışlardır ya da zorlanmaktadırlar.
  Okumayı sevmezler.
  Yazım hataları yaparlar.
  Bastırarak kalın yazarlar, yazıları diğer stillere göre iyi değildir.
  Çok iyi işitemeyebilirler ya da işittiklerinden anlam çıkarmakta zorlanırlar.
  Bulundukları ortamın gereklerine özen göstermeden hareket ederler.
  Rutinlerden, plan ve programdan fazla hoşlanmazlar.

Öğrenme Stilleri ve Ev Yaşantısı
Bu bölüme kadar sizlere, üç öğrenme stilini açıklamaya çalıştık. Önemli olan, kişilerin kendi kullandıkları yöntemlerin farkında olmalarıdır. Şunu da tekrar belirtmeden geçmeyelim: Tek bir öğrenme stilini kullanan çok az sayıda insan vardır. Esas olan öğretmen ve ailenin öğrenci farklılıklarını bilmesi ve ona göre beklentiler geliştirmesidir. Okulda ders içerikleri her üç alana yer verecek şekilde hazırlanırken, evde de çocuğun öğrenme stiline göre yardımcı olunması gereklidir. Anne babanın öğrenme stili çocuklarınınkinden farklıysa buna hoşgörü ile yaklaşılmalı ve evdeki çalışma ortamı düzenlenirken bu özellik dikkate alınmalıdır. Öğrenme yöntemleri ile ilgili çalışmaların sonucuna göre, her 30 kişiden 22’si değişik oranlarda 3 stile de sahiptir, dolayısıyla okulda ve evde sorun yaşamayacaklardır.
Çocuğunuzun öğrenme stilini belirlerken gözlemlerinize kulak verin. Okulumuzda öğrenme stilleri ile ilgili bir çalışma yapılmış olsa da, şu da bilinmeli ki,  testler mutlak sonucu belirlemez, fikir vericidir. Önemli olan kendimizi ve karşımızdakini iyi gözlemek ve farklılıklara saygı göstermektir. Bazen görsel anne baba dokunsal-kinestetik çocuğu anlayamayabilirler. Masada otururken çocuklarının sürekli kıpırdanıp hareket etmelerinden rahatsız olabilirler, çünkü kendileri böyle ders çalışmamışlardır ve çalışmamaktadırlar. Dokunsal çocuklar hareket ederek, bazen yerde çalıştıklarında, yürürken okuduklarında daha iyi öğrenirler. Bu nedenle, onlara bu konuda anlayışlı olmak gerekir. İşitsel öğrenciler belki de müzikle dersi daha iyi anlamaktadırlar. Ders çalışırken müzik dinlemelerine izin verilebilir. Burada ölçü, gerçekten müzikle öğrenip öğrenmediklerini belirlemektir. Eğer müzik dinlerken de en az dinlemedikleri zamanki kadar öğreniyorlarsa asla mani olunmamalıdır. Bazen çocuklar kendi öğrenme stillerini oluşturmuşlardır. Ancak bu yöntem anne-babanın yönteminden farklıysa, yöntem değiştirmeye zorlanırlar. Bunun sonucu olarak da uzayan ders çalışma süreleri, verimsiz geçen zaman ve çatışmalar ortaya çıkar. Daha ötesi çalışmaktan sıkılan çocuk, derslerden ve okuldan uzaklaşmaya başlar.
Öğrenme Stillerine Göre Nasıl Çalışılmalı?
Görsel Ağırlıklı Öğrenenler;
Öğrenmeyi kolaylaştırmak için;
  Çalışırken renkleri kullanabilir (fosforlu ve diğer renkli kalemler, özellikle zıt renkler).
  Kitapların kenarlarına bir bakışta, o bölümü ona hatırlatacak sembol ve resimler çizebilir.
  Ders dinlerken not alabilir.
  Çalışma kartları hazırlayabilir. Elde taşınabilecek ebatlarda renkli karton veya renkli kağıtlara konu özetlerini (anahtar ifadeleri), formülleri, tarihleri, kısa bilgileri vb. yazabilir. Bu kağıtları yanında taşıyıp arada bir bakmak akılda kalmasını kolaylaştırabilir.
  Harita, şema ve diğer görsel araçlar için kısa açıklamalar yazabilir. Karmaşık konuları çeşitli şekillere dönüştürebilir (zihin haritası vb)
  Öğrenmeleri gereken materyalleri kendileri planlamalı ve organize etmeli. Çünkü planlama ve organize etmek öğrenmeyi kolaylaştırabilir.
  Hafızasında tutması gerekenler için görsel hatırlatma notları hazırlayabilir (aynaya, defterin kapağına, dosya üzerine ve benzeri yerlere post-it veya bantlayacağı kağıtlar kullanabilir).
   Matematik çalışırken;
- Problemden ne anladığını yazması,
- Probleme ait verileri, istenilenleri renkli kalemler kullanarak yazması,
- Evde çalışırken bilgileri organize etmek için posterler hazırlaması gibi
yöntemler işe yarayabilir.
  Bilgisayarla çalışırken;
- Çizim programları ile görsel/sözel posterler vb. hazırlaması,
- Grafikler ve diğer görsel materyaller üretmesi,
- Excel vb. programları kullanmayı geliştirmesi
- Bilgisayar için hazırlanmış çalışma cd’leri kullanması faydalı olabilir.
  Videolar, belgeseller izlemesi iyi bir öğrenme yöntemi olabilir.

İşitsel Ağırlıklı Öğrenenler;
Öğrenmeyi kolaylaştırmak için;
  Grupla ve/veya bir çalışma arkadaşıyla çalışabilir.
  Konuları tekrar ederken yüksek sesle okuyabilir.
  Kasetçalar kullanabilir, okuduklarını kasete kaydederek kendi kasetlerini oluşturabilir. Sınava hazırlanırken bu kasetleri dinleyerek çalışması etkili olabilir.
  Bellekte tutulması gereken bilgiler (tarih, isimler, yer adları vb) için çeşitli melodiler yapabilir. Bu melodilerin komik, saçma ya da çılgınca olması öğrenmelerini çabuklaştırabilir. Kendilerinin bu şarkıları yapması daha da önemlidir.
  Önemli konular ve talimatları yüksek sesle okuyup tekrarlayabilir.
  Matematik çalışırken;
- Yeni konuları (sesli) konuşarak, kendine anlatarak çalışması,
- Problem çözerken kendi sözcükleriyle ifade etmesi,
- Problem çözerken aklından geçenleri o sırada yalnız da olsa sesli anlatması
faydalı olabilir.
  Bilgisayarla çalışırken de bilgisayar üzerinde ses kayıtları yapması ve bunları daha sonra sınavlara hazırlanırken kullanması iyi bir öğrenme yöntemi olabilir.

Dokunsal (Kinestetik) Ağırlıklı Öğrenenler;
Öğrenmeyi kolaylaştırmak için;
  Çalışırken elinde kitap ya da çalışma kartları ile yürüyebilir, hareket edebilir, yüksek sesle okuyabilir.
  Çalışırken kendi istediği yerde ve şekilde çalışmasına izin verilebilir. Bir şeyler anlatacağı zaman ayağa kalkabilir ve tüm vücudunu kullanarak anlatabilme özgürlüğünün olması faydalı olabilir.
  Yeni bir konu öğrenirken oturmak zorundaysa, elinde bir şey olmasına izin verilebilir (kalem, silgi, vb.).
  Bilgi ile hislerini ilişkilendirebileceği tarzda etkinlikler faydalı olabilir (kum üzerine yazma, hamurlarla şekiller oluşturmak, vb.).
  Ders anlatan kişinin mimik, drama ve abartılı ağız hareketleri daha iyi anlamalarına yardımcı olabilir.
  Ellerini kullanabileceği çalışmalar yapabilir; anahtar kavramlar için modeller inşa edebilir (lego, oyun hamuru, kil).
  Laboratuar çalışmaları için fazladan zaman ayırıp, evde de benzer deneyleri yapabilir.
  Konu ile ilgili müze, tarihi yerler gibi, yaşayarak öğrenebileceği yerlere gidebilir.
  Matematik çalışırken, bilgileri gündelik hayatları ile ilişkilendirebilecek şekilde somutlaştırmaları faydalı olabilir.
  Bilgisayar ile çalışırken, özellikle model inşa edebileceği, parçaları oradan oraya götürebileceği yazılımlarla alıştırmalar yapması iyi bir öğrenme yöntemi olabilir.

Son olarak;
İdeal öğrenme yöntemi, her üç alanın da aktif olarak kullanılabilmesidir. Bir kişinin öğrenme stilini bilmek iki yönlü avantaj sağlayacaktır. Öne çıkan yani kişinin ağırlıklı olarak kullandığı yöntem, özellikle yeni öğrenmelerde, zor konuların öğrenilmesinde öncelikle uygulanması gereken stildir. Bu durumda kişi daha hızlı, daha kolay ve zevk alarak öğrenecektir.

Kaynak:
Öğrenme Stilleri, Alp Boydak, Beyaz yayınları, Ağustos 2001, Istanbul, 1. Basım
Ben Farklıyım, Cheri Fuller, Selis Kitapları, Eylül 2002, Istanbul, 1. Baskı
www.howtolearn.com