Translate

30 Ocak 2013 Çarşamba

SANAT NEDİR?



ÖZET:
Belli kalıplar içine konulamayan ve estetik olan insan duygularının dışa vurumudur.
DETAY:

Sanat, insanlık tarihinin her döneminde var olan bir olgudur. İnsanlığın geçirdiği evrimler yaşama biçimlerini, yaşama bakışlarını, sanat biçimlerini ve sanata bakışlarını değiştirmiş, her dönemde ve her toplumda, sanat farklı görünümlerde ortaya çıkmıştır.
Bugün sanatın “duygusal ve düşünsel etkileme gücü”ne sahip oluşu daha belirleyicidir. Bu anlayışa en uygun tanımı yapan Thomas Munro’ya göre; “sanat doyurucu estetik yaşantılar oluşturmak amacıyla dürtüler yaratma becerisidir.” 

Sanat, güzel ile uğraşır. Güzel göreceli bir kavramdır. Kendi içinde tutarlı bir bütünlüğü taşıyan şey çirkin, acı verici, iğrendirici bile olsa estetik açıdan güzeldir.

Platon’a göre; “Bozulmaya ve yok olmaya mahkum olan hiçbir şey güzel olamaz. Onun hatırlattığı şey güzeldir.”

Aşık Veysel; Batının ciltler dolusu yazılmış estetik kitaplarını bir cümleyle yerle bir edecek güçteki sözünü hatırlayalım: “Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa” 

Sanat, nesnel ve öznel yaklaşımlara göre farklı açıklanır. Nesnel yaklaşımda sanat; toplumsal etkilerle, öznel yaklaşımda ise; salt bir bireysellikle yaratılır.

Kant’a göre; “Sanatın kendi dışında, hiçbir amacı yoktur. Onun tek amacı kendisidir. Güzel Sanatı ancak deha yaratabilir.”

Hegel’e göre; “Sanattaki güzellik doğadaki güzellikten üstündür. Sanat, insan aklının ürünüdür. Kendisine doğanın taklidinden başka amaç bulmalıdır.”

Marks’a göre; “Yaratıcı eylem, insanın ve doğanın karşılıklı etkileşiminin bir aşamasıdır. Bu, toplumsal bir karakter taşır. Sanat, yaşamı insanileştiren bir olgudur. Araştırıcı, yaratıcı, çok yönlü tümel insana ulaşma çabası içinde sanatlar gelişebilir.”

Albert Dürer’e göre; “Sanat doğada gizlidir, onu oradan çıkaran kişi sanatçıdır, çıkardığı şey ise sanattır. Ancak sanat; doğadan öğrenilmez, ustalardan öğrenilir”

B. Croce; güzelliğin yerine anlatımı öne çıkarır. “Sanat, sezginin ve anlatımın birliğidir. Bireysel ve teorik bir etkinliktir. Doğa, sanatçının yorumu ile güzel olabilir.”

Zafer Gençaydın’a göre; “Sanat, yaratıcılık ve yetenek gerektiren bir insan etkinliğidir.”

İsmet Çabuk’a göre; “Standardı olmayan tek şey sanattır”

Sonuç olarak Sanat, deha düzeyindeki zekanın, var olana karşı tepkisinin, tutarlı bir bütünlük içerisinde somutlaştığı bir alandır. Sanatçı, zekası ve sezgileriyle çağının önünde giden insan olduğu için, gerçek sanatın anlayanı azdır. Onu anlamak için çaba gerekir.

KAYNAKÇA
Doğan, Mehmet. 100 Soruda estetik. Gerçek Yayınevi: İstanbul: 1975.
Sena, Cemil Estetik Sanat ve Güzelliğin Felsefesi. Remzi Kitabevi.lstanbl11: 1972.
Sözen, Metin; Uğur Tanyeli. sanat Kavram ve Terimler Sözlü Remzi Kitabevi İstanbul: 1986.
Timuçin, Afşar Estetik. 2. Baskı BDS Yayınları. 1993.
Çabuk, İsmet. Hepimiz Bu Ormanın Odunuyuz. (Hala Yazılmakta Olan Bitmemiş Eser-Adana)

10 Ocak 2013 Perşembe

Fikret Mualla Hayatı


Deliliğin sınırında bir Türk ressam: Fikret Mualla (Hıfzı Topuz'un anlatımı,videolar ile)

Deliliğin sınırında bir Türk ressam: Fikret Mualla (Hıfzı Topuz'un anlatımı,videolar ile)
Fikret Mualla (1903-1967)Türk, ressam. Dışavurumculuk’un (Ekspresyonizm) ve Fovizm’in üslup özelliklerini kaynaştıran, coşkun bir lirizm ve içtenlik dolu resimler yapmıştır.
O, üç ayrı çalkantılı ülke ve dört toplumda bireysel dengesizliğin dramını yaşadı: Yüzyılımızın başlarından Birinci Dünya Savaşı sonrasına kadar çocukluk ve ilk gençlik çağını —çevresinde olup bitenlerin pek farkına varmaksızın— Osmanlı İstanbul’unda geçirdikten sonra öğrenim için savaş sonrası Almanya’sına gitti; döndü 1930’lar Türkiye’sine; buradan da Fransa’ya geçti ve ölümüne dek çeyrek yüzyıldan fazla İstanbul özlemiyle yaşadı.
İşte bu dört ayrı toplum da “Müstesna kader”inin ardından sürüklenen Fikret Muallâ hem tam bir sanatçı “bohem”liğinin saltanatı üzerindedir; hem de bir resim işçisi... Böylece geniş bireysellik çerçevesiyle ilerici yönsemelerin oluşturduğu Fikret Muallâ resmi çıkar ortaya; rengi, çizgisi, coşkusu, hüznü, dengesizliklerinde kupayı dengesiyle...
Hemingway, ölüm saplantısıyla doludizgin yaşama tutkusu arasında bir sanatçıydı ve tek bir temel konuyu, dengesiz toplum içinde, bireyin dramını vermişti. Fikret Muallâ ise çılgınca kuşkularının (paranoia’nın) pençesinden her sıyrılışta denge arayan bir dengesizliğin resimsel uyumunu getirdi...
İşte bu özgün resim dünyasının renklenip biçimlenişine ışık tutma amacı güden bir yaşamöyküsü özeti:
Gelin gibi gelincikler
Mustafa Fikret Muallâ 1903’de Istanbul’da doğar. Babası Mehmet Ekrem Muallâ Bey o sırada Düyun-u Umumiye’de ikinci müdür; varlıklı bir aileden geliyor. Annesi Emine Nevber Hanım da aynı sosyal kattan. Fikret, el bebek gül bebek büyütülüyor. . Bir mektubunda diyor ki: “Devri saadette, bu dediğim 1910 - 1915 tarihinde idi. 0 zamanın Kalamış - Moda’sı bugünkü gibi gözümün önündedir. Şimdiki Moda’yı ne de Kalamış’ı artık görmek istemem Hatıralarımı rencide eder. 1915 idi. O sahiller bâkirdi. Tarlalarımız yeşildi. İlk bahar olur olmaz yeşil baklalar semtimizdeki tarlalar da açar... Her biri bir gelin gibi kırmızı gelincikler de açardı. Her zaman olduğu gibi geçirdiğimiz günlerin güzelliğini takdirden âcizdik... Hatıraları fakir kafamda bâkidir el’an, o eski günleri hatırlamazsam esasen yaşayamam.”
On iki yaşlarındayken geçirdiği bir kaza sonucu sol ayak bileği kırılınca, bir yıl evden çıkamaz Fikret; o yeşil tarlalardan, gelinciklerden de, arkadaşlarından da uzak kalır. Öğrenimini eve gelen özel öğretmenlerin dersleriyle sürdürebilir. Ergenlik çağındaki bu bir yıllık hapislik, ilk ‘sinirli”liği getirir. Musluğun sesinden tutunuz da yoldan geçen satıcıya dek her şey cinleri tepesine üşüştürür. Ve ayağındaki alçılar sökülünce hafif aksadığı, yani topal kaldığı anlaşılır. Bir kaç yıl sonra, on beş yaşlarındayken, Birinci Dünya Savaşı sonunda Avrupa’dan İstanbul’a sıçrayan ve kenti kasıp kavuran İspanyol nezlesi hem annesinin, hem büyükannesinin ölümlerine yol açar. Geriye bir baba ile dört yaşlarında bir kardeş kalmıştır. Babası, çok geçmeden akrabadan bir genç hanımla evlenir. Ancak, hastalık sırasında “sinirli” bir çocuk olan ve annesini yitirince büsbütün yıkıma uğrayan Fikret uyumsuz bir yeniyetmedir artık, babasına da üvey anneye de sert davranır. Sonuç: Bir süre teyzesinde kalır ve Saint Joseph’den sonra girdiği Galatasaray Lisesi’ndeki öğrenimini bile tamamlamadan “Mühendislik eğitimi” için Almanya’ya gönderilir.
Savaştan yenik çıkmış, yoksul bir ülkededir. Ama İstanbul’dan gelen bol para onun bohem çevrelerinde dilediğince yaşamasını sağlamaktadır. Resim yeteneğinin ayrımına yeni yeni varmaktadır. Almanya’nın çeşitli kentlerinde dolaşır durur. İçkiye de başlamıştır, parasını sık sık çabucak tüketerek yakınlarından para ister.. Isviçre’ye gider, İtalya yolculuğuna çıkıp Roma. müzelerini gezer. Artık başarılı resimlemeler (illustrasyonlar) ve moda çizimleri yapmakta; resim akımlarını önemsemeden, kopyacılıktan kaçınıp kendi yetenek çizgisini izleyerek çalışmaktadır. Bohem yaşayışı içkiye alışmasına, aşırı alkol tutkusuna yol açmıştır. Yıllar sonra, “Bir Almanı sevmiştim... Akıllısın, zekisin ama çirkinsin, hem de topal diyerek reddetti... Ben de kendimi içkiye verdim” diyecektir. Bu tarihten sonra herhangi bir cinsel ilişki kurmadığı da öne sürülmektedir. Artık aşırı serhoş, alabildiğine hırçın, sık sık kavga çıkaran bir sanatçıdır Fikret Muallâ. Bu yüzden, 1928’de “Alkolik delirium” tanısıyla (teşhisiyle), vücudunun alkolden temizlenmesi için akıl hastanesine yatırılır, adı da polis kayıtlarına geçer.
Almanya’dan Fransa’ya gider; Paris’te Montparnasse ve Saint Germain gibi sanat çevrelerinde yaşar. Oraya yerleşen Türk ressamı Hale Asaf’la tanışır. (1938’- de otuz üç yaşında ölen bu yetenekli ressam, yıllar sonra Fikret Muallâ kimsesizler mezarlığına gömülüşünde olduğu gibi, Paris yakınındaki Thais Mezarlığına bırakılacak ve beş yılda bir mezar ücreti ödeyecek kimsesi olmadığından geriye tablolarından başka bir şey kalmayacaktır.) İstanbul’dan para gelmez olunca, Fikret Muallâ Türkiye’ye döner.
1930’lar Türkiyesi’nde
İstanbul bırakıp gittiği gibi değildir. Kurtuluş Savaşı sona ermiş; “inkılap” lara başlanmıştır. Ama geride bıraktığı ülkelerle Türkiye arasında dağlar kadar fark vardır; burada sanatçılar “resmi ideoloji”nin yanında oldukları oranda olanaklara kavuşmaktadır. Fikret yeni harfleri öğrenen genç kızları konu alan bir tablo yaparak bu ortam içinde bir yer edinmenin ilk adımını atarsa da daha ileri gitmek istemez. Öte yandan, geçimini sağlamak zorunda olduğundan, Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurur ve Ayvalık Ortaokulu resim öğretmenliğine atanır. Bu görevden “Elektriği olmayan yerde resim hocasına ihtiyaç yoktur” gerekçesiyle çekilecektir. Gözü, Güzel Sanatlar Akademisi’ndedir. Burada görev verilmeyiıice de öfkesiyle, küfürleriyle, gece gündüz ayrılamadığı içkisiyle o eski Fikret Muallâ olup çıkacaktır.
Soyadı kanunu yürülüğe girince babasının aldığı “Saygı” soyadını “Belki saygı gösterirler” gerekçesiyle üstlenmiştir ama, sanat çevreleri -hemen kötüye çıkan ününden dolayı. onu önemsememekte, hatta ressam bile saymamaktadır. Ressamlığını tanıtlama kaygısıyla mektuplarına adından önce “Artiste peintre” yazan Fikret, sanat çevresine kıyısından köşesinden de olsa- sonunda girecektir: Şehir Tiyatrosunda oynanan operetler için (Lüküs Hayat, Deli Dolu, Saz Caz) kostümler çizer, Nâzım Hikmet’in “Varan 3” adlı şiir kitabını resimler, İsmail Hakkı Baltacıoğlu’ nun çıkardığı “Yeni Adam” dergisi için desenler hazırlar Ne var ki, bütün bunlar para getirmez. Eline şarap parası sıkıştıran birçevre ile (Fikret Adil, Bedri Rahmi, Suat Derviş, Abidin Dino vb.) sonradan dostluklar kuracaktır.
Onun ısmarlama resim yapmadığını ortaya koyan pek çok örnek var. Ve 1936’da Bakırköy “Emraz-ı Akliye Hastanesi”nin 27. koğuşuna yatırılışının ilginç bir hikayesi: Türkiye’de sanatçılara değer verilmeyişine kızıp köpüren öfkeli sanatçı, birtakım fotoğrafçıların hemen her yere sattıkları Mustafa Kemal resimle inden birine, “Ebedi Şef”in büyük ölçüde rötuşlanarak şaşılaştırılmış bir fotoğrafına çok kızmaktadır. Bir gün - yine aynı fotoğrafla karşılaşınca “Bak şu şaşkaloza” deyip elindekini resmini bulunduğu vitrine fırlatır. Doğru karakola, oradan savcılığa... Sarhoşlukları dolayısıyla kendisini tanıyan polis, bu davranışının Devlet Başkanına hakaret amacı taşımadığını bilmektedir ama, bir ikilemle karşı karşıyadırlar: Ya dava açılacak ve Fikret hapishaneyi boylayacaktır, ya da Bakırköy’den rapor alıp kurtulacaktır. Bakırköy Akıl Hastanesinden kolay çıkamaz: 28 ağustos 1937’de Fikret Adil’e yazdığı mektupta “Tam dokuz aydır bir sürü serseri ve hergele içinde” yaşadığını söyler. Ancak 1937 yılının sonlarında taburcu edilir: “Bakırköy’den Taksim’e kadar yirmi kilometrelik yolu yayan ve yalınayak yürüttüklerini, bir karakoldan ötekine devredile devredile bütün gününü sokaklarda geçirdiğini söylüyordu. Tabanlarının durumu, yürüyüşe biraz da falakanın eklendiği kanısını veriyor Bundan iki yıl sonra, 15 ocak 1939 günü Türkiye’den ayrılacaktır. Babasının ölümü üzerine eline geçecek miras payının Paris’te yaşamasını sağlayacağını düşünmüş ve orada resim öğrenimi yapacağını söyleyerek öğrenci pasaportuyla döviz almıştır. Fransa’ya hareket ederken Sirkeci istasyonunda dostu Avni Arbaş’a (1946’dan beri Paris’te yaşayan ünlü ressamımız) birdenbire “Bu cennet vatanı nasıl terkedeceğim?” der ve ağlamaya başlar. Bu, Türkiye’den son ayrılışıdır. Ölümünden yedi yıl sonra kemikleri getirilecektir ülkesine...
Bakırköy’den çıkışıyla Türkiye’den ayrılışı arasındaki iki yıllık sürede, 1939 Uluslararası New York Fuarı’ndaki Türk Pavyonu’nu düzenleyen Abidin Dino’ nun isteği üzerine “İstanbul” konulu otuz kadar tablo yapar: Boğaziçi, Eyüp, Üsküdar, Ayasofya, Süleymaniye.. En başarılı eserlerindendir bunlar. Yine bu dönemde, ilk sayısı 18 kasım 1938’de çıkan “Ses” dergisi için bazı desenler çizecektir. İmzasız yayımlanan son desenin müstehcen olduğu gerekçesiyle, o Türkiye’den ayrıldıktan sonra 4. Asliye Ceza Mahkemesi’nde dava açılır:
“...Neşrettiğimiz eserin meşhur ressam Fikret Muallâ’nm olduğunu ve sanat ve edebiyatla meşgul olan mecmuamızda müstehcen ve pornografik resimler neşredilmeyeceğini mahkemeye arzettik.. Mahkeme ehli vukuf (bilirkişi) olarak ressam Bedri Rahmi’yi tayin etti. Bedri Rahmi de mahkemeye verdiği raporunda Fikret Mualla gibi meşhur bir Türk ressamının bu eserinde müstehcen hiç bir şey olmadığını ve olamayacağını müdellelen (kanıtlarıyla) bildirdi. (..) Makamı iddia (savcılık) da beraatimizi istedi. Muhterem Hakim Bey Bürhaneddin’in riyaset ettiği mahkeme de icabını düşünerek ittifak ile beraatimize karar verdi.” (Ses, eylül 1939).
Bu dönemde iki de hikayesi yayımlanır..”Ses”de. Bunlardan biri, “Masal”, Bakırköy hastanesinde tanıdığı bir akıl hastasını anlatır. Öteki, “Üsera Karargâhı” adını taşıyan, aynı zamanda yaşamına ışık tutan bir hikâyedir. Orada sık sık sözü geçen ve sanatçının dilinde özel bir anlamı olan “Leblebici” sözünü biraz açıklamak gerekir. Abidin Dino şu bilgiyi veriyor:
“Bizlerin son yıllarda ‘Komprador’ dediğimiz kişilere, kendince bir isim yakıştırmıştı: ‘Leblebiciler’
Leblebiciler aşağı, leblebiciler yukarı... Leblebici saymadıklarının evine çiçeklerle, son meteliğini sarfederek hediyelerle gidiyor, vakti gelince büyük nezaketle bel kırıp ayrılıyordu- Ötekilere gelince... Konaklarına köşklerine gidip çıngar çıkartıyordu, ‘leblebiciler’ feryadını basıp, dökülmüş salçalar, kırılmış tabaklar, devrilmiş kadehler arasından geçip, kapıyı şaklatarak uzaklaşıyordu hışımla.”
Sözünü ettiğimiz “Üsera Karargahı” adlı hikayesinde leblebicilerle ilişkisini şöyle anlatır Fikret Muallâ:
“.. Bana, benim nazarımdaki sanata neler söylemezler:
— İşte zavallı yine resim yapıyor. Para kazanacağı yerde boyalarla fırçalarla uğraşıyor, sonra ekmek parası bulamıyor! Doğru, bu bezirgânların hakları var. Resim yapmak,. resim yaptırmak zengin cemiyetlerin lüksüdür ve ben leblebiciler arasında bir ucubeyim. Ben bu kitle içinde onlarca bir deliyim. Nitekim, bence de, beni resim yapmaktan uzak tutan herhangi bir kimse de benim düşmanımdır ve ben de, ruhan fakir bir cemiyetin tufeyli zenginliğinin müthiş düşmanıyım.”
Gerçekten de, 1938’den sonraki, ta 1960’lara kadar uzayacak yıllar, sanatçılar, için, düşünce özgürlüğü için Çetin bir dönemdir. Nazım Hikmet, 1938 sonlarında Harp Okulu Olayı bahane edilerek tutuklanır ve ta 1950’ye kadar cezaevinde kalır... Sabahattin Ali, 1948’de öldürülür. Bazı tanınmış ressamlar (Abidin Dino, 1946’da Avni Arbaş, Nejad Devrim, Selim vb.) Fikret Muallâ gibi Türkiye’den ayrılıp Fransa’ya yerleşirler. Suat Derviş, İlhami Bekir gibi edebiyatçılar bir süre için. kendilerini gönüllü sürgüne mahkum ederler. Tan gazetesinin yıkılıp yakılmasından sonra tanınmış gazetecilerden Sertel’ler Türkiye’ den ayrılmak zorunda kalırlar. Ankara Üniversitesindeki kürsüsü kaldırılan ünlü halkbilimci Pertev Naili Boratav da bunlar arasına katılır. Bir aydın kırımı ve beyin göçü dönemidir bu.
Fransa’da
Fikret Muallâ, Fransa’da çeyrek yüzyılı aşkın bir süre (yirmi altı buçuk yıl), ölümüne dek yaşayacaktır. Oradaki ilk ayları Türkiye’den baba mirasının gelmesini beklemekle geçer; Paris’in sanat merkezi Sayılan Montparnasse’da kalmakta, bir yandan da rasladığı Türkiyeli öğrencilerden para koparmaya çalışmaktadır. İkinci Dünya Savaşının kan ve barut kokan havası ta Paris’e kadar gelip de nazi işgali başlayınca, buradaki çeşitli ülkelerden gelen sanatçılarla birlikte Fikret Muallâ’nın çilesi de başlar. “Sigara izmariti avı” mı istersiniz, meyhanelere borçlanıp kovulmalar mı, Döme kahvesindeki sobanın başında öteki “serseri”lerden önce yer tutmak için katlanılan erkencilikler mi. -. Kötü günlerin insanları birbirine yaklaştırdığı hemen her dönemde olduğu gibi savaş da sanatçılar arasında bir dayanışma sağlamıştır ve Fikret Muallâ’nın da aralarında bulunduğu sanatçılar bölüğü yiyecek içeceklerini paylaşmaktadırlar.
Onun “nazi işbirlikçisi” olarak nitelenmesi bu dönemden kaynaklanır. Paris’i işgal eden Almanlara, gençliğinde uzun süre Almanya’da kalmasının da etkisiyle, öteki sanatçılar gibi tepki göstermeyişi, hatta Alnıancası ve Türk oluşu dolayısıyle onlarla rahat ilişki kurabilmesi, biraz da Fransız polisinden yediği dayaklar (bunların dışında bir neden gösterilemiyor), damgayı yemesine yol açacak ve geçimsizlik, sarhoşluk, hattâ “delilik” gibi sıfatlarına eklenen “nazi işbirlikçisi” yıllar yılı unutulmayacaktır. Sözgelimi Bedri Rahmi, onun Türkiye’de ki yaşamını konu alan bir kitap hazırlamak üzere ölümünden üç yıl sonra Türkiye’ye gelen sanat tarihçisi Daniel Olcik’e şöyle diyecektir: “Fikret Muallâ’nın İkinci Dünya Savaşında nazilerle işbirliği yaptığı söylentileri ortada dolaştı. O günden sonra kendisiyle her türlü ilişkiyi kestim.” (Milliyet, 19.1.1970).
Picasso’nun armağanı
Bu savaş yıllarında bile galerilere bazı resimler satmayı başaran Fikret Muallâ, artık Paris sanat çevrelerinde tanınmakta ve soyut resmin geçerlik kazandığı bu dönemde bile “figüratif” resimlerine alıcı çıkmaktadır. Hatta çerçeveci, tablo tamircisi, meyhaneci, garson gibi “resim esnafı” eserlerini satın almaktan ya da içkiyle değiş tokuş etmekten kaçınmazlar; büyük kazanç getirecek bir yatırım yaptıklarının ayırdındadırlar.
Bir gün La Palette kahvesinde, her zamanki yerinde otururken çevresindeki sanatçılar Picasso’ya tanıtırlar Fikret Mualla’yı. O, “Picasso mu?” der, “tanımıyorum onu.” Piccaso ise bu yetenekli sanatçının kimi tablolarını görmüş, beğenmiştir. Onu evine çağırır, bir tablosunu da “Fikret Mualla’ya” diye imzalayıp armağan eder. Her zamanki gibi parasız olan Fikret Muallâ, ertesi gün bu tabloyu satışa çıkarır ve bir hafta süreyle istediği kadar içki içme bedeli karşılığında satar. Öldüğü tarihlerde bu tablo, 12 bin 500 İsviçre Frangı fiyatla satışa sunulacaktır.
Paris yılları böylesi olaylarla geçip gider. İçki, içki, yine içki Garsonlarla, meyhanecilerle, galeri sahipleriyle çatışmalar... Ünlü küfürleri ve sarhoşluğu sonucu çıkardığı kavgalar dolayısıyla Almanya yıllarından beri polisle karşı karşıya gelmesinin yarattığı bir polis korkusu. Sürekli olarak izlendiğini sanmaktadır... Tıp dilindeki adıyla “Paranoia-kuşkucu Türkiye’den parasının gelmemesi de, ona kalırsa, Roosevelt, Stalin ve Hitler’in birlikte düzenledikleri bir uluslararası komplodur. Baş düşmanı Fransız polisidir. Kısacası, dengesizliği ve uyumsuzluğu yoğunlaşmaktadır. Ancak, “paranoid” hastalarda saptanan bir özellik vardır; saplantısı, kuşkusu dışında “formal”dir. Bir polisi aşağılamak hevesiyle yaptığı delice bir hareket, vücudunun alkolden arınması için Sainte Anne hastanesine yatırılmasıyla sonuçlanır; ayrıca sınırdışı edilmesi amacıyla girişimlere başlanır. Fikret Muallâ çok büyük bir sanatçı olduğunu, bu nedenle böylesi ölçüsüzlüklerin doğal sayılabileceğini anlatarak Dina Vierny kurtarır onu; hastanede kaldığı iki aylık süre içerisinde de tablolar yaptırır. Bunlar, 1954 kasımında açılacak ilk sergisinde yer alan eserlerdir. Ertesi yıl da yeni sergi düzenlenecek ve artık Fikret Mualla resim dünyasında tartışılmaz bir yer edinmiş olacaktır. Ama o skandallar yaratmayı olağanlaştıracak ve ikinci sergisinin ardından yeniden akıl hastanesini boylayacaktır...
Bir ay sonra, hastaneden taburcu edildiği sıra yaşam çizgisinde bir değişiklik olur: Tanınmış sanayici Lhermine’le yaptığı anlaşma üzerine Seine nehrinin 1939’dan beri yaşadığı “bohem” sol yakasından “burjuva” sağ yakasına taşınır. Şimdi bol paralı bir çevrededir ama, kısa sürede buradakilerle de bozuşur.
Hep İstanbul özlemiyle dolup taşmaktadır. Ne var ki, kendisini çağıran dostlarından birine, Semiha Berksoy’a şöyle yazar: “Kızıl Rusya’nın merdut eylediği aile çocuklarındanmışız. Tımarhanelerde yatmaya niyetim yok.”
“Koruyucu meleği” Mademe Angles’la bu dönemde tanışır. “Sürekli müşteri” olan bu madam, onu artık olağanlaşan “belâlardan sık sık kurtardığı gibi, 1962’de felç geçirince hastaneye kaldırılmasını ve bakımını da sağlar. Sonra da Nice yöresinde, denizden seksen kilometre ötedeki Reillane kasabasında bulunan evine yerleştirir onu; bakımıyla görevlendirdiği bir kadının ücretini öder ve bütün giderlerini karşılar. Bu evde kırk yıldan beri uzak kaldığı yaşama kolaylıklarını bulmak, Fikret Muallâ için tam bir konfordur. Ancak, ömrünün sonuna kadar felçten kurtulamayacaktır.
Bu yıllarda bile fırsat buldukça sarhoş olmaktan kendini alamayan Fikret Muallâ 1967 mayısında eski sinir bunalımlarının ve “paranoia”nın pençesine düşer. Gece yarıları kara kollara telefon ederek imdat istemektedir. Önce Manosque hastanesine, daha sonra bir dinlenme evine yatırılır. Ve 19 temmuz gecesi uyur, 20 temmuz sabahı ölü bulunur.
Fikret Muallânın cesedi, gençlik yıllarında tanıştığı ressam Hale Asafı’nki gibi, kimsesizler mezarlığına gömülür. Abidin Dino, “Anadolu Ajansı büyük yası neden haber vermez Türkiye’ye,” diye yakınır o günlerde; “oysaki konsolosluğa haber verilmiş, konsolosluk mu haberi iletmedi Anadolu Ajansı’na?” Ancak ölümünden yedi yıl sonra, 1974’de, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün ilgisiyle kemikleri Türkiye’ye getirilip sessiz sedasız Karacaahmet mezarlığına gömülür. Taa 1957’de, bir mektubunda bu isteğini dile getirmiştir:” Ergeç son ikametgâhı bizlere Karacaahmet’tir. Selviler altında soyum sopum yatarlar. Son Mevlâyı Osman Ağa Camiinde okunup üflendikten sonra karga tuluınba orasıdır. Karacaahmet’tir son melce”
YAPITLAR (başlıca): Resim: Oturan Adamlar, 1937, ıstanbul Resim ve Heykel Müzesi; Sevişenler, 1952; Masada, 1953; Nature-Morte, 1954; Sokak, 1955; Sermayeler, 1955; Kafe, 1955, Bistro; Kanalda Bekleyen Taşıt Botları; Marsilya’da Fransız ışçileri Bir Kahvede; Haliç ve Süleymaniye; Paris’te Bir Sokak; Amerikan Bar; Baloncu; Peysaj; Balıkçı; Mor Zemin üstünde Figürler. Kitap Resmi: Nâzım Hikmet, Varan 3, 1930. Tiyatro Kostümü: Lüküs Hayat; Deli Dolu; Saz Caz.




















8 Ocak 2013 Salı

SANAT NEDİR ?

"Standardı olmayan tek şey SANAT'dır." 
                                                                                İsmet ÇABUK

Sanat

Sanat en genel anlamıyla, yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi olarak anlaşılır.Tarih boyunca neyin sanat olarak adlandırılacağına dair fikirler sürekli değişmiş, bu geniş anlama zaman içinde değişik kısıtlamalar getirilip yeni tanımlar yaratılmıştır. Bugün sanat terimi birçok kişi tarafından çok basit ve net gözüken bir kavram gibi kullanılabildiği gibi akademik çevrelerde sanatın ne şekilde tanımlanabileceği, hatta tanımlanabilir olup olmadığı bile hararetli bir tartışma konusudur. Açık olan nokta ise sanatın insanlığın evrensel bir değeri olduğu, kısıtlı veya değişik şekillerde bile olsa her kültürde görüldüğüdür.

Sanat sözcüğü genelde görsel sanatlar anlamında kullanılır. Sözcüğün bugünkü kullanımı, batı kültürünün etkisiyle, İngilizcedeki 'art' sözcüğüne yakın olsa da halk arasında biraz daha geniş anlamda kullanılır. Gerek İngilizce'deki 'art' ('artificial' = yapay), gerek Almanca'daki 'Kunst' ('künstlich' = yapay) gerekse Türkçe'deki Arapça kökenli 'sanat' ('suni' = yapay) sözcükleri içlerinde yapaylığa dair bir anlam barındırır. Sanat, bu geniş anlamından Rönesans zamanında sıyrılmaya başlamış, ancak yakın zamana kadar zanaat ve sanat sözcükleri dönüşümlü olarak kullanılmaya devam etmiştir. Buna ek olarak Sanayi Devrimi sonrasında tasarım ve sanat arasında da bir ayrım doğmuş, 1950 ve 60'larda popüler kültür ve sanat arasında tartışma kaldıran bir üçüncü çizgi çekilmiştir.

Sanatın tanımlanması 

Başat Biçim Görüşü

Clive Bell, 1914 yılında Cezanne'dan etkilenerek yazdığı Sanat ('Art') isimli kitabında sanatın başat biçim ('significant form') olduğunu savunmuştur. Bell'e göre her biçim bu klasmana girmez, çünkü önemli olan çizgi, şekil ve renk ilişkilerinin kendi aralarındaki kombinasyonudur. Bu görüş temsilin sanatsal beğeniye etki etmediğini söyler. Sanatı tamamen estetikle bağlantılı olarak tanımlayan bu görüş, 20.yy'da Marcel Duchamp, Andy Warhol, Josef Beuys gibi bildiğimiz anlamda estetik nesneler üretmeyen, görünümden çok kavramlara önem veren sanatçıların eserlerini kapsamadığından, bugün zamanında olduğu kadar etkili değildir.

Sanatın Duyguların Dışavurumu Olduğu Görüşü

R.G. Collingwood, 1938'da basılan Sanatın İlkeleri ('The Principles of Art') isimli kitabında sanatın temel olarak duyguların yaratıcı ifadesi veya dışavurumu olduğunu söylemiştir. Bunun yanında sanat ve zanaat arasında bir ayrım yapmıştır. Buna göre zanaat, malzemenin bir plan doğrultusunda daha önceden tasarlanmış bir son ürüne dönüştürülmesi iken sanatsal aktiviteler, araçlar ve amaçlar arasında, planlama ve uygulama arasında ayrım yapmayı gerektirmez. Bunun yanında bu görüşe göre, sanat herhangi bir duygunun da dışavurumu değildir. Bu duygu, ifade edildiği ana kadar açıklık kazanmamış olup, ifade edilişi onun keşfedilmesine neden olacak bir duygu olmalıdır. Bu aynı zamanda izleyiciyi de araştırmanın içine alır. Bu teori de sanat olarak kabul edilmeyen bazı aktiviteleri (örneğin bir psikoterapi seanslarını) sanattan ayırt edemediği gibi, sanat olarak kabul edilen bazı eserleri (örneğin Rönesans Döneminde, sanatçının duygularını açığa çıkarmak değil, dinsel duygular uyandırmak amacıyla yapılan resimler) kapsamadığı için, yerini değişik kuram aramalarına bırakmış, hatta tüm bu tanımlama çabalarının başarısız olması sanatın tanımının yapılmaya çalışılmasının ne kadar doğru olduğu tartışmalarını başlatmıştır.

Neo-Wittgenstein'cı Görüş

Morris Weitz'ın 1956'da, Wittgenstein'ın görüşlerinden ve şeylerin özünü bulmaya karşı direncinden yola çıkarak ortaya attığı görüştür. Weitz'a göre Fry ve Bell, Tolstoy, Croce, Collingwood gibi kuramcılar, yaptıkları tanımlarda kendi kişisel sanat görüşlerini ifade etmekten öteye gidememişlerdir. Neo-Wittgenstein'cı görüşü özetlemek gerekirse, sanat açık bir kavramdır ve tanımlanamaz. Ancak bu, Weitz'a göre felsefi açıdan bir sorun yaratmamalıdır, çünkü aile benzerliği yöntemi kullanılarak neyin sanat olup olamayacağı konusunda hükümler getirmek olasıdır.

Kurumsal Sanat Görüşü

Kurumsal sanat kuramı, Neo-Wittgenstein'cı görüşünü reddederek sanatın tanımlanabileceğini ileri sürer.Bu fikir George Dickie tarafından ilk olarak 1973'te ortaya atılmıştır.
Dickie'nin ilk tanımı, Arthur Danto'nun da sanat dünyası fikirlerinden etkilenerek aşağıdaki şekilde oluşturulmuştur:

Sanat eseri: Bilinçli olarak insan elinden veya fikrinden çıkmadır. Belli bir sosyal kurum (sanat dünyası) adına hareket eden kişi veya kişiler tarafından, bazı kısımları hakkında fikir birliğine varılmış olunmalı, beğeni kazanmaya aday olmalıdır.


Kant'a göre; sanatın kendi dışında, hiçbir amacı yoktur. Onun tek amacı kendisidir. Güzel Sanatı ancak deha yaratabilir.

Hegel'e göre; sanattaki güzellik doğadaki güzellikten üstündür. Sanat, insan aklının ürünüdür. Kendisine doğanın taklidinden başka amaç bulmalıdır.

Marks'a göre; yaratıcı eylem, insanın ve doğanın karşılıklı etkileşiminin bir aşamasıdır. Bu, toplumsal bir karakter taşır. Sanat, yaşamı insanileştiren bir olgudur. Araştırıcı, yaratıcı, çok yönlü tümel insana ulaşma çabası içinde sanatlar gelişebilir.

B. Croce; güzelliğin yerine anlatımı öne çıkarır. Sanat, sezginin ve anlatımın birliğidir. Bireysel ve teorik bir etkinliktir. Doğa, sanatçının yorumu ile güzel olabilir.

Alıntıdır...

Sanat nedir, Sanatın tanımı, Sanatın anlamı, sanatın açıklaması

Sanat: Sanat, deha düzeyindeki zekanın, var olana karşı tepkisinin, tutarlı bir bütünlük içerisinde somutlaştığı bir alandır. Sanatçı, zekası ve sezgileriyle çağının önünde giden insan olduğu için, gerçek sanatın anlayanı azdır. Onu anlamak için çaba gerekir.

Sanat, insanlık tarihinin her döneminde var olan bir olgudur. İnsanlığın geçirdiği evrimler yaşama biçimlerini, yaşama bakışlarını, sanat biçimlerini ve sanata bakışlarını değiştirmiş, her dönemde ve her toplumda, sanat farklı görünümlerde ortaya çıkmıştır.

Bugün sanatın "duygusal ve düşünsel etkileme gücü"ne sahip oluşu daha belirleyicidir. Bu anlayışa en uygun tanımı yapan Thomas Munro'ya göre; "sanat doyurucu estetik yaşantılar oluşturmak amacıyla dürtüler yaratma becerisidir." Sanat, güzel ile uğraşır. Güzel göreceli bir kavramdır. Kendi içinde tutarlı bir bütünlüğü taşıyan şey çirkin, acı verici, iğrendirici bile olsa estetik açıdan güzeldir.

Sanat, nesnel ve öznel yaklaşımlara göre farklı açıklanır. Nesnel yaklaşımda sanat, toplumsal etkilerle, öznel yaklaşımda ise salt bir bireysellikle yaratılır.

Alıntıdır...


SANAT VE KÜLTÜR NEDİR?
Sanat, insanlık tarihinin her döneminde var olan bir olgudur. Geçirilen evrimler, yaşama bakış, alt yapı, her dönemde sanata bakışı da değiştirmiştir.

Ancak değişmeyen bir şey varsa o da sanatın ağırlığı ve kolay olmadığıdır. Popüler kültür ve popüler sanat adında günümüzde çok basit, geçici şeyler sanat olarak verilmekte. Kültür eksikliği nedeniyle ve basit yaşam tarzları ile bu kolayca alınmaktadır

Oysa sanat sezgi ve anlatımın birliğidir. Amaçsızdır sanat.. Tek amaç adı üstünde SANAT’tır, basitlik değil, popülerlik hiç değil.

Sanat toplumların gelişiminde de önemli rol oynar. Bir toplumun dinlediği müzikle toplumsal alanda ne kadar gelişmiş olduğunu görebilir, anlayabiliriz.

Buna bir örnek ATATÜRK’ün şu sözlerinden çok iyi anlaşılmaktadır.

“Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”

“Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur.”

KÜLTÜR

İnsanoğlunun biyolojik olarak değil de sosyal olarak kuşaktan kuşağa aktardığı maddi ve maddi olmayan ürünler bütünü diyebiliriz

Toplumumuzda insanlar arasında kültür kelimesi anlam itibariyle okuduğu okul ile özdeş kullanılmaktadır. Oysa okul başka kültür çok başka bir olgudur. Arasındaki farkı görebilmek önemlidir. Bir insanın iyi eğitim görmesi o kişiyi kültürlü yapmaz. Diploma ile kültür arasında uçurum kadar fark vardır.

Kültür izafi bir kavramdır. Aynı ailede yaşayan iki kişi bile farklı yaşam tarzları ve yaşama bakış açısı ile kültürel farklılıklara sahiptir.
Bunun dışında etnik, dini farklılıklarda da kültür farklıdır. Ama insan olarak kültürlü bir yaşam sürmek, kendini geliştirmek için okumak, analiz etmek ve de yargısız olmak gerekir.

Alıntıdır...


Sanatın Tanımı

Sanat, insanlık tarihinin her döneminde var olan bir olgudur. İnsanlığın geçirdiği evrimler yaşama biçimlerini, yaşama bakışlarını, sanat biçimlerini ve sanata bakışlarını değiştirmiş, her dönemde ve her toplumda, sanat farklı görünümlerde ortaya çıkmıştır.

Bugün sanatın "duygusal ve düşünsel etkileme gücü"ne sahip oluşu daha belirleyicidir. Bu anlayışa en uygun tanımı yapan Thomas Munro'ya göre; "sanat doyurucu estetik yaşantılar oluşturmak amacıyla dürtüler yaratma becerisidir." Sanat, güzel ile uğraşır. Güzel göreceli bir kavramdır. Kendi içinde tutarlı bir bütünlüğü taşıyan şey çirkin, acı verici, iğrendirici bile olsa estetik açıdan güzeldir.

Sanat, nesnel ve öznel yaklaşımlara göre farklı açıklanır. Nesnel yaklaşımda sanat, toplumsal etkilerle, öznel yaklaşımda ise salt bir bireysellikle yaratılır.

Sanat İçin Ne Dediler
Kant'a göre; sanatın kendi dışında, hiçbir amacı yoktur. Onun tek amacı kendisidir. Güzel Sanatı ancak deha yaratabilir.

Hegel'e göre; sanattaki güzellik doğadaki güzellikten üstündür. Sanat, insan aklının ürünüdür. Kendisine doğanın taklidinden başka amaç bulmalıdır.

Marks'a göre; yaratıcı eylem, insanın ve doğanın karşılıklı etkileşiminin bir aşamasıdır. Bu, toplumsal bir karakter taşır. Sanat, yaşamı insanileştiren bir olgudur. Araştırıcı, yaratıcı, çok yönlü tümel insana ulaşma çabası içinde sanatlar gelişebilir.

B. Croce; güzelliğin yerine anlatımı öne çıkarır. Sanat, sezginin ve anlatımın birliğidir. Bireysel ve teorik bir etkinliktir. Doğa, sanatçının yorumu ile güzel olabilir.

Heinrich Heine; Sanat, tıpkı dünya gibi, başına buyruktur, ve insanın dünyayı kavrayışı durmaksızın değişirken dünyanın her zaman aynı kalması gibi, sanatın da insanların geçici kavramlarından bağımsız kalması gerekir; böylece sanat özellikle ahlaktan bağımsız kalmalıdır çünkü ahlak, dünya üzerinde ne zaman yeni bir din çıkıp eskisini bir yana itse, sürekli olarak değişir.

Ernst Fischer; Çürüyen bir toplumda, sanat, eğer gerçeğe sadık olacaksa, çürümeyi de yansıtmalı. Ve eğer toplumsal işleviyle bağlantısını koparmak istemiyorsa, sanat, dünyanın değişebilir olduğunu da göstermeli. Ve değişmesine yardımcı olmalı.

Schopenhauer; Nesnelerin çekiciliği bize dokunmadıkları ölçüdedir. Hayat hiçbir zaman güzel değildir; güzel olan hayat üzerine yapılmış betimlemelerdir sadece.

Sonuç olarak Sanat, deha düzeyindeki zekanın, var olana karşı tepkisinin, tutarlı bir bütünlük içerisinde somutlaştığı bir alandır. Sanatçı, zekası ve sezgileriyle çağının önünde giden insan olduğu için, gerçek sanatın anlayanı azdır. Onu anlamak için çaba gerekir.

KAYNAKÇA
Doğan, Mehmet. 100 Soruda Estetik. Gerçek Yayınevi: İstanbul: 1975.
Sena, Cemil Estetik sanat ve Güzelliğin Felsefesi. Remzi Kitabevi.lstanbl11: 1972.
Sözen, Metin; Uğur Tanyeli. sanat Kavram ve Terimler Sözlü Remzi Kitabevi İstanbul: 1986.
Timuçin, Afşar Estetik. 2. Baskı BDS Yayınları. 1993.
 Alıntıdır...

Güzel Sanatlar nedir ?


Güzel Sanatlar
İnsanda heyecan ve hayranlik uyandiran sanatlar. Bu sanatlar marangozluk, demircilik, dülgerlik gibi, el işinden çok, ruh ve duyguyu ilgilendiren sanatlardir.

Güzel sanatlar içine, ortaçağ bilginleri tarafindan on sanat sokulmuştur. Bunlar da: sarf (dilbilgisi), nahiv (sözdizimi), ilmi beyan (güzel konuşma bilimi), belagat (güzel konuşma bilimi), hesap felsefe, musiki, hendese geometri), ilmi heyet (astronomi) idi. Fakat bunlardan çoğu, bilimler arasina girmiş ve güzel sanat olmaktan çikmiştir. 

GÜZEL SANATLARIN ÇEŞITLERI:


1 - Edebiyat: Kelimelerle yapilan bir güzel sanattir. Nazim ve nesir yolundaki bütün eserler bu kola girer.
2 - Resim: Yağli, sulu ya da kuru boyalarla bir zemin üzerine çizgiler çizme ve boyama suretiyle yapilan güzel sanattir. Resim yapan sanatçiya ressam adi verilir.
3 - Heykel: Ya tabiatta var olan ya da hayalde canlandirilan varliklari, taş, çamur, tahta, maden gibi maddeler kullanmak suretiyle üç boyutlu olarak yapma işidir. Heykel yapanlara heykeltiraş adi verilir.
4 - Mimarlik: İnsanlarin estetik zevklerine hitap edecek şekilde yapilar yapmaktir. Tarihî olmak özelliğini kazanmiş yapitlar, tapmaklar. Camiler, saraylar, bir medeniyetin en güzel eserlerini meydana getirirler. Sanatçilarina mimar adi verilir.
5 - Musiki: Sesleri melodi haline getirme sanatidir. Musiki, pek çok bölümlere, ayrilir. Musiki bestecilerine musikişinas denir.
6 - Tiyatro: Bir hikâyenin, sahnede, oyuncular tarafindan canlandirilarak, temsil edilmesi sanatidir. Bugün tiyatro eserleri, sinemalarda, radyolarda, televizyonlarda yer almaktadir. Eseri oynayan sanatçilara aktör, aktris adi verilir.
7 - Dans: Musikiye uyularak yapilan ritmik hareketlerdir. Pek çok çeşitleri vardir.

Bunlarin dişinda olarak, bugün, sinema ve fotoğrafçiliği da güzel sanatlar arasinda sayanlar vardir.



Güzel sanatlar ile ilgili başka bir yazı:


Sanat genel olarak önce iki gruba ayrılır: 
a) Pratik sanatlar / endüstriyel sanatlar (zanaat), 
b) Güzel sanatlar.

Güzel sanatlar deyince aklımıza, insan yaratıcılığı, insanın ilk çağlardan bu yana kendini ifade ettiği, tam yetkinleşemediği dönemlerde, çizgi, boya, kil yoluyla içini döktüğü biçimler, desenler, çeşitli oluşumlar geliyor. Yetkinleştiği dönemlerde ise, örnekler çok çeşitli. Sözgelimi, ünlü Rönesans sanatçıları, yapılar, anıtlar, köprüler, müzeleri dolduran resimler, sonra şiirler ya da Mimar Sinan'ın camileri, çeşmeleri, köprüleri .. Derken günümüzün sanat eserleri, insan aklıyla duygularının estetik beğenisiyle yaratıcı gücünün ortaya koyduğu, bilim ve teknolojinin de en üst seviyelerindeki çağımız sanatçılarının sanat ürünleri : Çağdaş resim, heykel, roman, tiyatro, sinema, çelik ve cam yapılar, incecik kullanım eşyaları, sesin, ışığın, rengin, oyun gücünün birleştiği büyük sahne olayları, türlü tasarımlar.

ACABA GÜZEL SANATLARI NASIL SINIFLANDIRABILIRIZ


Geleneksel ve çağdaş olmak üzere iki biçimde sınıflamak, bize bazı kolaylıklar getirebilir.
Geleneksel sınıflama, güzel sanatları, hitap ettiği duyu organlarına göre sınıflar. Sözgelimi "görsel sanatlar" (plâstik sanatlar), göze ve görmeye dayanan sanatları, resim, heykel, mimari gibi dalları bir grupta topluyor. Fonetik sanatlar, müzik ve türleri ile edebiyatı; ritmik sanatlar ise, hem görme ve hem de hareketle ilgili olan sinema, opera gibi sanatları kapsamaktadır.
Ancak, bu sınıflandırmanın ister istemez dışında kalabilen bazı türler de olabiliyordu. Sözgelimi, karikatür veya seramik gibi. Bu sebeple, daha çağdaş bir sınıflandırmaya gerek duyulmuştur. Bu sınıflama, söz konusu edilen sanat dalının niteliği ve tekniği gözönünde bulundurulmaktadır. Buna göre, şöyle bir sınıflandırma yapılabilir :

Yüzey Sanatları : Tüm iki boyutlu sanat çalışmaları, yani bir eni ve bir boyu olan kâğıt veya tuval üzerine, bir duvar ya da kumaş üzerine uygulanan sanatlardır: Resim ve türleri ( yağlı boya, sulu boya, baskı sanatları, afiş, grafik çizimler ), duvar resmi, minyatür, karikatür, fotoğraf, batik, süsleme vb.
Hacim Sanatları : Üç boyutlu sanat çalışmalarıdır. Sözgelimi heykel, seramik, anıtlar gibi.
Mekân Sanatları : İç ya da dış mekânı içine alan ya da düzenleyen sanat dallarıdır. En başta mimarî olmak üzere (bahçe mimarîsi, peyzaj mimarîsi), çevre düzenlemesi gibi mekâna ilişkin tüm tasarım çalışmaları.
Dil Sanatları : Edebiyat ve yazı türlerini kapsayan sanatlardır: Roman, hikâye, şiir, deneme, tiyatro metni, film senaryosu vb. gibi.
Ses Sanatları : Müzik ve bütün türlerini kapsayan sanatlardır : Halk müzikleri, klâsik müzikler gibi.
Hareket Sanatları : İnsanın, bedeniyle anlatım gücü kazandırdığı sanatlardır: Bale, dans türleri, halk dansları, pandomim vb.
Dramatik Sanatlar : İnsanın, eyleme dönüşmüş ifadelerle kendini veya bir olayı, bir olguyu anlattığı sanatlardır: Tiyatro, opera, müzikal oyun, kukla gibi sahne sanatları, sinema, gölge oyunu gibi türleri buna örnek olarak gösterebiliriz.
Böylece, bütün sanat dallarını içine alan bir sınıflandırma yapmış olduğumuzu söyleyebiliriz.

Görsel Sanatlar nedir ?


Görsel Sanatlar (Plastik Sanatlar) : Çizgi, boya ve hacim veren maddelerle göz duyumuzu algılayan sanatlara denir. Örneğin; resim, heykel, mimari ve fotoğraf sanatı gibi..

Bakınız : Güzel Sanatlar

Görsel sanat, göze hitab eder. İşitsel sanat,kulağa hitab eder. Son olarak dramatik sanat, hem göze hem kulağa hitab eder.
Görsel sanatlar; resim,fotoğraf,mimari ve heykel.
İşitsel sanatlar; şiir,edebiyat ve müziktir.
Dramatik sanatlar; bunların hepsini kapsar. Yani; resim,fotoğref,mimari,heykel,şiir,edebiyat ve müziktir.

GÖRSEL SANAT DALLARI


1 - Resim Sanatı ve alt dalları
Soyut
Natürmort
Figüratif
Nü (Çıplak)
Portre
Slayt
Duvar Boyama ( Graffiti)

2 - Özgün Baskı Sanatı ve alt dalları
Gravür
Serigrafi
Taş Baskı
Ağaç Baskı

3 - Heykel Sanatı ve alt dalları
Rölyef
Büst
Anıt Heykeller

4 - Seramik ve Cam Sanatı

5 - Fotoğrafçılık Sanatı

6 - Grafik Sanatı ve alt dalları
Karikatür
İllustrasyon
Manga
Animasyon
Çizgi Film
Çizgi Roman
Anime
Amblem/logo type
Grafik, Resim, 3d Yazılımları

GÖRSEL SANAT NEDIR


Görsel sanatlar eğitiminin konusu; algılama, düşünme ve bedensel eylemlerin de katıldığı, süreç içerisinde kendini ifade etme şeklidir. Öğrenciler bireysel yeteneklerini, estetik ve eleştirel yönlerini keşfederek, orijinal çözümler bulurlar.
Sanata farklı bir gözle bakarak, kültürler arası farkındalığa duyarlı, özgüven duyguları gelişmiş bireyler olarak yetişirler.

Görsel Sanatlar eğitimi almış bir öğrenci, mezun olurken;
• Özgün düşünme, üretme ve deneme kapasitelerini geliştirmiştir.
• Estetik duygusunun gelişmesiyle, sanat ve tasarımla ilgili olarak bilinçli estetik yargılar üretebilir.
• Sanatsal yaratma hazzını duyar, sanatçıyı takdir eder.
• Görsel sanatlarda kullanılan yöntem ve teknikleri bilir ve kullanır.
• Müzeleri, sanat galeri ve akademilerini gezmiştir.
• Röprodüksiyon çalışması yaparak, sanat akımlarıyla birlikte Türk ve dünya sanatçılarını incelemiştir.

Görsel Sanatlar derslerinde; desen bilgisi ve görsel algılama, resimde şekil ve yüzey, kompozisyon, renk, resim teknikleri verilirken, Teknoloji Tasarımı dersinde ise farklılıkları bulma, hayal kurma, sorgulama, yaratıcı düşünme, akıl yürütme süreçleri vurgulanmaktadır.

Bu çalışmalar sırasında öğrenciler her yaş seviyesine uygun olarak eser incelemesi yapıp, sanatçıları tanırlar.


Bir
 d
üğmeye basit bir dokunuşla, zaman ve mekânı birkaç yüzyıl kısaltabilecek güce erişen insan düşüncesi, yepyeni ve şiddetli korkuları da beraberinde getirdi. Bilim, endüstri, teknik ve politika alanında meydana gelen birbirine bağlı ve sürükleyici gelişmeler, toplumlara özgürlük getirdiği kadar, huzursuzlukları da arttırdı. Özellikle 1945 sonrası, insanların gökyüzüne tırmanışları, yeryüzündeki büyük sermaye hareketleri, insana yakışmayacak katliamlar, endüstriyel ve teknik gelişmeler, şiddetli ve yıpratıcı korkuları da beraberinde getirdi. Bütün bunlar, bugünkü insanın sanata bakış tarzını da biçimlendiren gelişmelerdir.

Günümüzde, insanların karşı karşıya kaldığı psiko-sosyal sorunlara çözüm olabilecek alanlardan biri de sanattır. İnsan duyarlığının k
armaşık ürünleri olan ve daima insan özgürlüğünün hakkını arayan sanat eserleri, bazı kalıpları sürekli olarak zorlayıp aşar, onların nitelik olarak daha üstün ve yoğun yeni seviyelere ulaşmasını sağlar.

Tolstoy, "İnsanın bir zamanlar yaşamış olduğu duyguyu, kendinde canlandırdıktan sonra, aynı duyguyu başkalarının da hissedebilmesi için hareket, ses, çizgi, renk veya kelimelerle belirlenen biçimlerle ifade etme ihtiyacından sanat ortaya çıkmıştı" der. İnsan, nasıl duymaya, düşünmeye başladığı andan itibaren kelimenin gerçek anlamıyla hayata girmiş olursa, insanlık da duygularını ve düşüncelerini sesler, çizgiler ve renklerle canlı ve cansız simgeler halinde şekillendirmeye başladığı andan itibaren, gerçekten tarih sahnesine çıkmış olur. 

Sanatta güzeli, bilimde doğruyu arayan insan ruhu ve zekâsı, aslında kendini aramaktadır. 
Din, felsefe, bilim, sanat ve hatta teknik gibi alanlar, birbirine sıkı sıkıya bağlıdırlar. 
Her sanat eseri, var olan bir şey ile, bir nesne ile ilgilidir; belli bir varlığı anlatır, ondan bir kesit ortaya koyar. Bir resim, belli bir tabiat parçasının resmidir veya bir insan görüntüsüdür. Bir tiyatro oyunu, belli olayların simgelenmesidir. Bir şiir ya da müzik parçası, ya tabiattan ya da insan ruhundan, insan duygularından bir anlatımdır. Sanatçının gördüğü, kavradığı ve gerçeklik olarak belirlediği varlığın bilgisi, sanatın öz konusunu oluşturur.

Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/sanat/244461-sanatin-onemi.html#ixzz2HRn6yZy9


Alıntıdır...