Translate

10 Ocak 2013 Perşembe

Fikret Mualla Hayatı


Deliliğin sınırında bir Türk ressam: Fikret Mualla (Hıfzı Topuz'un anlatımı,videolar ile)

Deliliğin sınırında bir Türk ressam: Fikret Mualla (Hıfzı Topuz'un anlatımı,videolar ile)
Fikret Mualla (1903-1967)Türk, ressam. Dışavurumculuk’un (Ekspresyonizm) ve Fovizm’in üslup özelliklerini kaynaştıran, coşkun bir lirizm ve içtenlik dolu resimler yapmıştır.
O, üç ayrı çalkantılı ülke ve dört toplumda bireysel dengesizliğin dramını yaşadı: Yüzyılımızın başlarından Birinci Dünya Savaşı sonrasına kadar çocukluk ve ilk gençlik çağını —çevresinde olup bitenlerin pek farkına varmaksızın— Osmanlı İstanbul’unda geçirdikten sonra öğrenim için savaş sonrası Almanya’sına gitti; döndü 1930’lar Türkiye’sine; buradan da Fransa’ya geçti ve ölümüne dek çeyrek yüzyıldan fazla İstanbul özlemiyle yaşadı.
İşte bu dört ayrı toplum da “Müstesna kader”inin ardından sürüklenen Fikret Muallâ hem tam bir sanatçı “bohem”liğinin saltanatı üzerindedir; hem de bir resim işçisi... Böylece geniş bireysellik çerçevesiyle ilerici yönsemelerin oluşturduğu Fikret Muallâ resmi çıkar ortaya; rengi, çizgisi, coşkusu, hüznü, dengesizliklerinde kupayı dengesiyle...
Hemingway, ölüm saplantısıyla doludizgin yaşama tutkusu arasında bir sanatçıydı ve tek bir temel konuyu, dengesiz toplum içinde, bireyin dramını vermişti. Fikret Muallâ ise çılgınca kuşkularının (paranoia’nın) pençesinden her sıyrılışta denge arayan bir dengesizliğin resimsel uyumunu getirdi...
İşte bu özgün resim dünyasının renklenip biçimlenişine ışık tutma amacı güden bir yaşamöyküsü özeti:
Gelin gibi gelincikler
Mustafa Fikret Muallâ 1903’de Istanbul’da doğar. Babası Mehmet Ekrem Muallâ Bey o sırada Düyun-u Umumiye’de ikinci müdür; varlıklı bir aileden geliyor. Annesi Emine Nevber Hanım da aynı sosyal kattan. Fikret, el bebek gül bebek büyütülüyor. . Bir mektubunda diyor ki: “Devri saadette, bu dediğim 1910 - 1915 tarihinde idi. 0 zamanın Kalamış - Moda’sı bugünkü gibi gözümün önündedir. Şimdiki Moda’yı ne de Kalamış’ı artık görmek istemem Hatıralarımı rencide eder. 1915 idi. O sahiller bâkirdi. Tarlalarımız yeşildi. İlk bahar olur olmaz yeşil baklalar semtimizdeki tarlalar da açar... Her biri bir gelin gibi kırmızı gelincikler de açardı. Her zaman olduğu gibi geçirdiğimiz günlerin güzelliğini takdirden âcizdik... Hatıraları fakir kafamda bâkidir el’an, o eski günleri hatırlamazsam esasen yaşayamam.”
On iki yaşlarındayken geçirdiği bir kaza sonucu sol ayak bileği kırılınca, bir yıl evden çıkamaz Fikret; o yeşil tarlalardan, gelinciklerden de, arkadaşlarından da uzak kalır. Öğrenimini eve gelen özel öğretmenlerin dersleriyle sürdürebilir. Ergenlik çağındaki bu bir yıllık hapislik, ilk ‘sinirli”liği getirir. Musluğun sesinden tutunuz da yoldan geçen satıcıya dek her şey cinleri tepesine üşüştürür. Ve ayağındaki alçılar sökülünce hafif aksadığı, yani topal kaldığı anlaşılır. Bir kaç yıl sonra, on beş yaşlarındayken, Birinci Dünya Savaşı sonunda Avrupa’dan İstanbul’a sıçrayan ve kenti kasıp kavuran İspanyol nezlesi hem annesinin, hem büyükannesinin ölümlerine yol açar. Geriye bir baba ile dört yaşlarında bir kardeş kalmıştır. Babası, çok geçmeden akrabadan bir genç hanımla evlenir. Ancak, hastalık sırasında “sinirli” bir çocuk olan ve annesini yitirince büsbütün yıkıma uğrayan Fikret uyumsuz bir yeniyetmedir artık, babasına da üvey anneye de sert davranır. Sonuç: Bir süre teyzesinde kalır ve Saint Joseph’den sonra girdiği Galatasaray Lisesi’ndeki öğrenimini bile tamamlamadan “Mühendislik eğitimi” için Almanya’ya gönderilir.
Savaştan yenik çıkmış, yoksul bir ülkededir. Ama İstanbul’dan gelen bol para onun bohem çevrelerinde dilediğince yaşamasını sağlamaktadır. Resim yeteneğinin ayrımına yeni yeni varmaktadır. Almanya’nın çeşitli kentlerinde dolaşır durur. İçkiye de başlamıştır, parasını sık sık çabucak tüketerek yakınlarından para ister.. Isviçre’ye gider, İtalya yolculuğuna çıkıp Roma. müzelerini gezer. Artık başarılı resimlemeler (illustrasyonlar) ve moda çizimleri yapmakta; resim akımlarını önemsemeden, kopyacılıktan kaçınıp kendi yetenek çizgisini izleyerek çalışmaktadır. Bohem yaşayışı içkiye alışmasına, aşırı alkol tutkusuna yol açmıştır. Yıllar sonra, “Bir Almanı sevmiştim... Akıllısın, zekisin ama çirkinsin, hem de topal diyerek reddetti... Ben de kendimi içkiye verdim” diyecektir. Bu tarihten sonra herhangi bir cinsel ilişki kurmadığı da öne sürülmektedir. Artık aşırı serhoş, alabildiğine hırçın, sık sık kavga çıkaran bir sanatçıdır Fikret Muallâ. Bu yüzden, 1928’de “Alkolik delirium” tanısıyla (teşhisiyle), vücudunun alkolden temizlenmesi için akıl hastanesine yatırılır, adı da polis kayıtlarına geçer.
Almanya’dan Fransa’ya gider; Paris’te Montparnasse ve Saint Germain gibi sanat çevrelerinde yaşar. Oraya yerleşen Türk ressamı Hale Asaf’la tanışır. (1938’- de otuz üç yaşında ölen bu yetenekli ressam, yıllar sonra Fikret Muallâ kimsesizler mezarlığına gömülüşünde olduğu gibi, Paris yakınındaki Thais Mezarlığına bırakılacak ve beş yılda bir mezar ücreti ödeyecek kimsesi olmadığından geriye tablolarından başka bir şey kalmayacaktır.) İstanbul’dan para gelmez olunca, Fikret Muallâ Türkiye’ye döner.
1930’lar Türkiyesi’nde
İstanbul bırakıp gittiği gibi değildir. Kurtuluş Savaşı sona ermiş; “inkılap” lara başlanmıştır. Ama geride bıraktığı ülkelerle Türkiye arasında dağlar kadar fark vardır; burada sanatçılar “resmi ideoloji”nin yanında oldukları oranda olanaklara kavuşmaktadır. Fikret yeni harfleri öğrenen genç kızları konu alan bir tablo yaparak bu ortam içinde bir yer edinmenin ilk adımını atarsa da daha ileri gitmek istemez. Öte yandan, geçimini sağlamak zorunda olduğundan, Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurur ve Ayvalık Ortaokulu resim öğretmenliğine atanır. Bu görevden “Elektriği olmayan yerde resim hocasına ihtiyaç yoktur” gerekçesiyle çekilecektir. Gözü, Güzel Sanatlar Akademisi’ndedir. Burada görev verilmeyiıice de öfkesiyle, küfürleriyle, gece gündüz ayrılamadığı içkisiyle o eski Fikret Muallâ olup çıkacaktır.
Soyadı kanunu yürülüğe girince babasının aldığı “Saygı” soyadını “Belki saygı gösterirler” gerekçesiyle üstlenmiştir ama, sanat çevreleri -hemen kötüye çıkan ününden dolayı. onu önemsememekte, hatta ressam bile saymamaktadır. Ressamlığını tanıtlama kaygısıyla mektuplarına adından önce “Artiste peintre” yazan Fikret, sanat çevresine kıyısından köşesinden de olsa- sonunda girecektir: Şehir Tiyatrosunda oynanan operetler için (Lüküs Hayat, Deli Dolu, Saz Caz) kostümler çizer, Nâzım Hikmet’in “Varan 3” adlı şiir kitabını resimler, İsmail Hakkı Baltacıoğlu’ nun çıkardığı “Yeni Adam” dergisi için desenler hazırlar Ne var ki, bütün bunlar para getirmez. Eline şarap parası sıkıştıran birçevre ile (Fikret Adil, Bedri Rahmi, Suat Derviş, Abidin Dino vb.) sonradan dostluklar kuracaktır.
Onun ısmarlama resim yapmadığını ortaya koyan pek çok örnek var. Ve 1936’da Bakırköy “Emraz-ı Akliye Hastanesi”nin 27. koğuşuna yatırılışının ilginç bir hikayesi: Türkiye’de sanatçılara değer verilmeyişine kızıp köpüren öfkeli sanatçı, birtakım fotoğrafçıların hemen her yere sattıkları Mustafa Kemal resimle inden birine, “Ebedi Şef”in büyük ölçüde rötuşlanarak şaşılaştırılmış bir fotoğrafına çok kızmaktadır. Bir gün - yine aynı fotoğrafla karşılaşınca “Bak şu şaşkaloza” deyip elindekini resmini bulunduğu vitrine fırlatır. Doğru karakola, oradan savcılığa... Sarhoşlukları dolayısıyla kendisini tanıyan polis, bu davranışının Devlet Başkanına hakaret amacı taşımadığını bilmektedir ama, bir ikilemle karşı karşıyadırlar: Ya dava açılacak ve Fikret hapishaneyi boylayacaktır, ya da Bakırköy’den rapor alıp kurtulacaktır. Bakırköy Akıl Hastanesinden kolay çıkamaz: 28 ağustos 1937’de Fikret Adil’e yazdığı mektupta “Tam dokuz aydır bir sürü serseri ve hergele içinde” yaşadığını söyler. Ancak 1937 yılının sonlarında taburcu edilir: “Bakırköy’den Taksim’e kadar yirmi kilometrelik yolu yayan ve yalınayak yürüttüklerini, bir karakoldan ötekine devredile devredile bütün gününü sokaklarda geçirdiğini söylüyordu. Tabanlarının durumu, yürüyüşe biraz da falakanın eklendiği kanısını veriyor Bundan iki yıl sonra, 15 ocak 1939 günü Türkiye’den ayrılacaktır. Babasının ölümü üzerine eline geçecek miras payının Paris’te yaşamasını sağlayacağını düşünmüş ve orada resim öğrenimi yapacağını söyleyerek öğrenci pasaportuyla döviz almıştır. Fransa’ya hareket ederken Sirkeci istasyonunda dostu Avni Arbaş’a (1946’dan beri Paris’te yaşayan ünlü ressamımız) birdenbire “Bu cennet vatanı nasıl terkedeceğim?” der ve ağlamaya başlar. Bu, Türkiye’den son ayrılışıdır. Ölümünden yedi yıl sonra kemikleri getirilecektir ülkesine...
Bakırköy’den çıkışıyla Türkiye’den ayrılışı arasındaki iki yıllık sürede, 1939 Uluslararası New York Fuarı’ndaki Türk Pavyonu’nu düzenleyen Abidin Dino’ nun isteği üzerine “İstanbul” konulu otuz kadar tablo yapar: Boğaziçi, Eyüp, Üsküdar, Ayasofya, Süleymaniye.. En başarılı eserlerindendir bunlar. Yine bu dönemde, ilk sayısı 18 kasım 1938’de çıkan “Ses” dergisi için bazı desenler çizecektir. İmzasız yayımlanan son desenin müstehcen olduğu gerekçesiyle, o Türkiye’den ayrıldıktan sonra 4. Asliye Ceza Mahkemesi’nde dava açılır:
“...Neşrettiğimiz eserin meşhur ressam Fikret Muallâ’nm olduğunu ve sanat ve edebiyatla meşgul olan mecmuamızda müstehcen ve pornografik resimler neşredilmeyeceğini mahkemeye arzettik.. Mahkeme ehli vukuf (bilirkişi) olarak ressam Bedri Rahmi’yi tayin etti. Bedri Rahmi de mahkemeye verdiği raporunda Fikret Mualla gibi meşhur bir Türk ressamının bu eserinde müstehcen hiç bir şey olmadığını ve olamayacağını müdellelen (kanıtlarıyla) bildirdi. (..) Makamı iddia (savcılık) da beraatimizi istedi. Muhterem Hakim Bey Bürhaneddin’in riyaset ettiği mahkeme de icabını düşünerek ittifak ile beraatimize karar verdi.” (Ses, eylül 1939).
Bu dönemde iki de hikayesi yayımlanır..”Ses”de. Bunlardan biri, “Masal”, Bakırköy hastanesinde tanıdığı bir akıl hastasını anlatır. Öteki, “Üsera Karargâhı” adını taşıyan, aynı zamanda yaşamına ışık tutan bir hikâyedir. Orada sık sık sözü geçen ve sanatçının dilinde özel bir anlamı olan “Leblebici” sözünü biraz açıklamak gerekir. Abidin Dino şu bilgiyi veriyor:
“Bizlerin son yıllarda ‘Komprador’ dediğimiz kişilere, kendince bir isim yakıştırmıştı: ‘Leblebiciler’
Leblebiciler aşağı, leblebiciler yukarı... Leblebici saymadıklarının evine çiçeklerle, son meteliğini sarfederek hediyelerle gidiyor, vakti gelince büyük nezaketle bel kırıp ayrılıyordu- Ötekilere gelince... Konaklarına köşklerine gidip çıngar çıkartıyordu, ‘leblebiciler’ feryadını basıp, dökülmüş salçalar, kırılmış tabaklar, devrilmiş kadehler arasından geçip, kapıyı şaklatarak uzaklaşıyordu hışımla.”
Sözünü ettiğimiz “Üsera Karargahı” adlı hikayesinde leblebicilerle ilişkisini şöyle anlatır Fikret Muallâ:
“.. Bana, benim nazarımdaki sanata neler söylemezler:
— İşte zavallı yine resim yapıyor. Para kazanacağı yerde boyalarla fırçalarla uğraşıyor, sonra ekmek parası bulamıyor! Doğru, bu bezirgânların hakları var. Resim yapmak,. resim yaptırmak zengin cemiyetlerin lüksüdür ve ben leblebiciler arasında bir ucubeyim. Ben bu kitle içinde onlarca bir deliyim. Nitekim, bence de, beni resim yapmaktan uzak tutan herhangi bir kimse de benim düşmanımdır ve ben de, ruhan fakir bir cemiyetin tufeyli zenginliğinin müthiş düşmanıyım.”
Gerçekten de, 1938’den sonraki, ta 1960’lara kadar uzayacak yıllar, sanatçılar, için, düşünce özgürlüğü için Çetin bir dönemdir. Nazım Hikmet, 1938 sonlarında Harp Okulu Olayı bahane edilerek tutuklanır ve ta 1950’ye kadar cezaevinde kalır... Sabahattin Ali, 1948’de öldürülür. Bazı tanınmış ressamlar (Abidin Dino, 1946’da Avni Arbaş, Nejad Devrim, Selim vb.) Fikret Muallâ gibi Türkiye’den ayrılıp Fransa’ya yerleşirler. Suat Derviş, İlhami Bekir gibi edebiyatçılar bir süre için. kendilerini gönüllü sürgüne mahkum ederler. Tan gazetesinin yıkılıp yakılmasından sonra tanınmış gazetecilerden Sertel’ler Türkiye’ den ayrılmak zorunda kalırlar. Ankara Üniversitesindeki kürsüsü kaldırılan ünlü halkbilimci Pertev Naili Boratav da bunlar arasına katılır. Bir aydın kırımı ve beyin göçü dönemidir bu.
Fransa’da
Fikret Muallâ, Fransa’da çeyrek yüzyılı aşkın bir süre (yirmi altı buçuk yıl), ölümüne dek yaşayacaktır. Oradaki ilk ayları Türkiye’den baba mirasının gelmesini beklemekle geçer; Paris’in sanat merkezi Sayılan Montparnasse’da kalmakta, bir yandan da rasladığı Türkiyeli öğrencilerden para koparmaya çalışmaktadır. İkinci Dünya Savaşının kan ve barut kokan havası ta Paris’e kadar gelip de nazi işgali başlayınca, buradaki çeşitli ülkelerden gelen sanatçılarla birlikte Fikret Muallâ’nın çilesi de başlar. “Sigara izmariti avı” mı istersiniz, meyhanelere borçlanıp kovulmalar mı, Döme kahvesindeki sobanın başında öteki “serseri”lerden önce yer tutmak için katlanılan erkencilikler mi. -. Kötü günlerin insanları birbirine yaklaştırdığı hemen her dönemde olduğu gibi savaş da sanatçılar arasında bir dayanışma sağlamıştır ve Fikret Muallâ’nın da aralarında bulunduğu sanatçılar bölüğü yiyecek içeceklerini paylaşmaktadırlar.
Onun “nazi işbirlikçisi” olarak nitelenmesi bu dönemden kaynaklanır. Paris’i işgal eden Almanlara, gençliğinde uzun süre Almanya’da kalmasının da etkisiyle, öteki sanatçılar gibi tepki göstermeyişi, hatta Alnıancası ve Türk oluşu dolayısıyle onlarla rahat ilişki kurabilmesi, biraz da Fransız polisinden yediği dayaklar (bunların dışında bir neden gösterilemiyor), damgayı yemesine yol açacak ve geçimsizlik, sarhoşluk, hattâ “delilik” gibi sıfatlarına eklenen “nazi işbirlikçisi” yıllar yılı unutulmayacaktır. Sözgelimi Bedri Rahmi, onun Türkiye’de ki yaşamını konu alan bir kitap hazırlamak üzere ölümünden üç yıl sonra Türkiye’ye gelen sanat tarihçisi Daniel Olcik’e şöyle diyecektir: “Fikret Muallâ’nın İkinci Dünya Savaşında nazilerle işbirliği yaptığı söylentileri ortada dolaştı. O günden sonra kendisiyle her türlü ilişkiyi kestim.” (Milliyet, 19.1.1970).
Picasso’nun armağanı
Bu savaş yıllarında bile galerilere bazı resimler satmayı başaran Fikret Muallâ, artık Paris sanat çevrelerinde tanınmakta ve soyut resmin geçerlik kazandığı bu dönemde bile “figüratif” resimlerine alıcı çıkmaktadır. Hatta çerçeveci, tablo tamircisi, meyhaneci, garson gibi “resim esnafı” eserlerini satın almaktan ya da içkiyle değiş tokuş etmekten kaçınmazlar; büyük kazanç getirecek bir yatırım yaptıklarının ayırdındadırlar.
Bir gün La Palette kahvesinde, her zamanki yerinde otururken çevresindeki sanatçılar Picasso’ya tanıtırlar Fikret Mualla’yı. O, “Picasso mu?” der, “tanımıyorum onu.” Piccaso ise bu yetenekli sanatçının kimi tablolarını görmüş, beğenmiştir. Onu evine çağırır, bir tablosunu da “Fikret Mualla’ya” diye imzalayıp armağan eder. Her zamanki gibi parasız olan Fikret Muallâ, ertesi gün bu tabloyu satışa çıkarır ve bir hafta süreyle istediği kadar içki içme bedeli karşılığında satar. Öldüğü tarihlerde bu tablo, 12 bin 500 İsviçre Frangı fiyatla satışa sunulacaktır.
Paris yılları böylesi olaylarla geçip gider. İçki, içki, yine içki Garsonlarla, meyhanecilerle, galeri sahipleriyle çatışmalar... Ünlü küfürleri ve sarhoşluğu sonucu çıkardığı kavgalar dolayısıyla Almanya yıllarından beri polisle karşı karşıya gelmesinin yarattığı bir polis korkusu. Sürekli olarak izlendiğini sanmaktadır... Tıp dilindeki adıyla “Paranoia-kuşkucu Türkiye’den parasının gelmemesi de, ona kalırsa, Roosevelt, Stalin ve Hitler’in birlikte düzenledikleri bir uluslararası komplodur. Baş düşmanı Fransız polisidir. Kısacası, dengesizliği ve uyumsuzluğu yoğunlaşmaktadır. Ancak, “paranoid” hastalarda saptanan bir özellik vardır; saplantısı, kuşkusu dışında “formal”dir. Bir polisi aşağılamak hevesiyle yaptığı delice bir hareket, vücudunun alkolden arınması için Sainte Anne hastanesine yatırılmasıyla sonuçlanır; ayrıca sınırdışı edilmesi amacıyla girişimlere başlanır. Fikret Muallâ çok büyük bir sanatçı olduğunu, bu nedenle böylesi ölçüsüzlüklerin doğal sayılabileceğini anlatarak Dina Vierny kurtarır onu; hastanede kaldığı iki aylık süre içerisinde de tablolar yaptırır. Bunlar, 1954 kasımında açılacak ilk sergisinde yer alan eserlerdir. Ertesi yıl da yeni sergi düzenlenecek ve artık Fikret Mualla resim dünyasında tartışılmaz bir yer edinmiş olacaktır. Ama o skandallar yaratmayı olağanlaştıracak ve ikinci sergisinin ardından yeniden akıl hastanesini boylayacaktır...
Bir ay sonra, hastaneden taburcu edildiği sıra yaşam çizgisinde bir değişiklik olur: Tanınmış sanayici Lhermine’le yaptığı anlaşma üzerine Seine nehrinin 1939’dan beri yaşadığı “bohem” sol yakasından “burjuva” sağ yakasına taşınır. Şimdi bol paralı bir çevrededir ama, kısa sürede buradakilerle de bozuşur.
Hep İstanbul özlemiyle dolup taşmaktadır. Ne var ki, kendisini çağıran dostlarından birine, Semiha Berksoy’a şöyle yazar: “Kızıl Rusya’nın merdut eylediği aile çocuklarındanmışız. Tımarhanelerde yatmaya niyetim yok.”
“Koruyucu meleği” Mademe Angles’la bu dönemde tanışır. “Sürekli müşteri” olan bu madam, onu artık olağanlaşan “belâlardan sık sık kurtardığı gibi, 1962’de felç geçirince hastaneye kaldırılmasını ve bakımını da sağlar. Sonra da Nice yöresinde, denizden seksen kilometre ötedeki Reillane kasabasında bulunan evine yerleştirir onu; bakımıyla görevlendirdiği bir kadının ücretini öder ve bütün giderlerini karşılar. Bu evde kırk yıldan beri uzak kaldığı yaşama kolaylıklarını bulmak, Fikret Muallâ için tam bir konfordur. Ancak, ömrünün sonuna kadar felçten kurtulamayacaktır.
Bu yıllarda bile fırsat buldukça sarhoş olmaktan kendini alamayan Fikret Muallâ 1967 mayısında eski sinir bunalımlarının ve “paranoia”nın pençesine düşer. Gece yarıları kara kollara telefon ederek imdat istemektedir. Önce Manosque hastanesine, daha sonra bir dinlenme evine yatırılır. Ve 19 temmuz gecesi uyur, 20 temmuz sabahı ölü bulunur.
Fikret Muallânın cesedi, gençlik yıllarında tanıştığı ressam Hale Asafı’nki gibi, kimsesizler mezarlığına gömülür. Abidin Dino, “Anadolu Ajansı büyük yası neden haber vermez Türkiye’ye,” diye yakınır o günlerde; “oysaki konsolosluğa haber verilmiş, konsolosluk mu haberi iletmedi Anadolu Ajansı’na?” Ancak ölümünden yedi yıl sonra, 1974’de, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün ilgisiyle kemikleri Türkiye’ye getirilip sessiz sedasız Karacaahmet mezarlığına gömülür. Taa 1957’de, bir mektubunda bu isteğini dile getirmiştir:” Ergeç son ikametgâhı bizlere Karacaahmet’tir. Selviler altında soyum sopum yatarlar. Son Mevlâyı Osman Ağa Camiinde okunup üflendikten sonra karga tuluınba orasıdır. Karacaahmet’tir son melce”
YAPITLAR (başlıca): Resim: Oturan Adamlar, 1937, ıstanbul Resim ve Heykel Müzesi; Sevişenler, 1952; Masada, 1953; Nature-Morte, 1954; Sokak, 1955; Sermayeler, 1955; Kafe, 1955, Bistro; Kanalda Bekleyen Taşıt Botları; Marsilya’da Fransız ışçileri Bir Kahvede; Haliç ve Süleymaniye; Paris’te Bir Sokak; Amerikan Bar; Baloncu; Peysaj; Balıkçı; Mor Zemin üstünde Figürler. Kitap Resmi: Nâzım Hikmet, Varan 3, 1930. Tiyatro Kostümü: Lüküs Hayat; Deli Dolu; Saz Caz.




















1 yorum:

  1. Yayininiz icin teşekkür ederiz.ilginç bir hayati varmiş gercekten..

    YanıtlaSil