Translate

27 Ağustos 2020 Perşembe

Recep Yazıcıoğlu'nu rahmetle anıyoruz

 


Tokat valisi iken adından çok söz ettiren ve tebdili kıyafetle köylülerin traktörlerine binip Niksar dört yol mevkiinde köylü traktörcülerden haraç isteyen polisleri görevden alan ve içki satan yol kenerındaki büfelerde içki satımını ve kahvelerde kumardan sayılan oyunları yasaklayan bir vali iken; Aydın Valiliği'ne atanan ve henüz üç dört günlük vali iken Nazilli SSK Hastanesi ile ilgili bir şikayet kulağına çalınır... Hiç vakit kaybetmeden hastaneye gider. Tebdil-i kıyafet gelir. Acil bölümünden girer. Oradaki görevli bir hemşireye der ki "Başhekimin odası nerede?"

Hemşire şöyle bir bakar Yazıcıoğlu'na. Tanıyamaz tabi. Küçümseyici bir ses tonuyla " Üst kata çık, koridorun sonundan sağa dön, sondaki oda" der. Yazıcıoğlu üst kata çıkar. Başhekimin odasını bulur. Kapısı açıktır ama başhekim odasında yoktur. İçeri girer. Tam o sırada başhekim gelir. "Buyrun ne istiyorsunuz ?" diye sorar. Yazıcıoğlu, rahatsız olduğunu, tedavi olmak istediğini ama parası olmadığını söyler. Başhekim kendisine "Burası hayır kurumu değil, paran yoksa tedavi olamazsın" der. Yazıcıoğlu, "Devletin görevi vatandaşına bakmak değil mi doktor bey ?" der. Başhekim sinirlenir ve Yazıcıoğlu'nu odasından kovar. Sessizce aşağı iner, hastanenin iki sokak arkasında bekleyen makam aracına biner, arabada onu bekleyen yardımcısına "Gerekli yazışmalar hemen bugün yapılsın yarın görevden alınma yazısını kendisine bizzat ben vereceğim" der...

Ertesi gün bu sefer resmi giyimli, kıravatlı, takım elbiseli olarak gider hastaneye...

Elinde rulo halinde bir kağıt...

Bu sefer makam aracı hastane girişine kadar gelir...

Herkes şaşkındır...

Dün gördükleri yamalı pantolonlu, kasketli, yırtık gömlekli adam meğerse yeni atanan Aydın valisiymiş...

Vay be ! der görevliler...

Hiç vakit kaybetmeden başhekimin odasına çıkar...

İçeri girer...

Başhekim dona kalır...

Siz ? Ama siz ? der...

Bugün itibariyle başhekimlik ünvanından azledilmiş bulunmaktasınız der, elindeki görev azli belgesini uzatır ve ayrılır hastaneden...

Senin gibiler bu memlekete üç beş gömlek fazla geldi sn. valim...

Mekanın cennet olsun...

Vefatının 16. Yılında Efsane Devlet Adamı Değerli Valimiz Recep YAZICIOĞLU'nu Rahmet ve Minnetle Anıyoruz..

25 Ağustos 2020 Salı

NAR ÇEKİRDEĞİNİN FAYDALARI


 Nar çekirdeği çok ciddi oranda antioksidan madde içermektedir.
* Zarar görmüş hücrelerin yenilenmesini sağlar. Bu sayede de, kanser hücreleri ile savaşır.
* Kalp Krizi riskini azaltır.
* Kolesterolü düzenleyici etkiye sahiptir.
* Bağışıklık sistemini kuvvetlendirir.
* Menapozdaki sıkıntıların en aza indirilmesini sağlar.
* Yüksek tansiyonu düşürür.
* Doğum kontrol haplarının ayn etkilerini azaltılmasını sağlar.
* Beyin damarlarındaki kireçlenmeyi önleyereki damar tıkanıklığını gidermede fayda sağlar.
Nar Çekirdeğinin Cilde Faydaları
* Yaşlanmayı geciktirici özelliği vardır.
* Selülitlerin yok edilmesinde çok faydalıdır. Selülit oluşumunu da engeller aynı zamanda.
* Hücre yenileyici özelliği bulunur.
Nar Çekirdeğinin Zaraları
*İçerisinde bulunan doğal östrojenden dolayı, hamile kadınların kullanması sakıncalıdır.  
*Mide ve bağırsak hastalığı olanlar ve çok küçük çocukarın tüketmesi zararlıdır.

23 Ağustos 2020 Pazar

SORARIM ŞİMDİ HÜSEYİN SİZİNLE AYNI GEMİDEMİYDİ ?

35 yaşındaydı.
Okudu Acil Tıp UZMANI Oldu.
Henüz daha yolun yarısı.
Kimsesizdi.
Belki de kimliksizdi.
Genç yaşta deri kanseri teşhisi kondu.
Tedavi için gitmediği yer kalmadı.
Ankara, Denizli, İzmir, Gaziantep'de şifa aradı, durdu.
Son çare bir yıl önce Manisa’ya sığındı.
Ama kalacak yeri yoktu.

Manisa Devlet Hastanesi’nin bahçesinde bir bankın üzerinde uyumak zorundaydı.
Gündüz hastanede tedavisini sürdürüyor, gece bahçede yatıyordu.
Bir gün hastanede tedavi olurken, bahçede bıraktığı valizin içinden kemoterapi ilaçlarını çaldılar.
Perişan oldu.
Çünkü çalınan sadece ilaç değil hayatıydı.
Hırsızın bulunması için çalmadığı kapı kalmadı.
Bulamadılar.
Yeni ilaç da alamadı.
Vermediler de.
Çaresizlik içinde gündüz hastanenin içinde, gece parkta hayata tutunmaya çalıştı.

Dün sabah temizlik işçileri Manisa Devlet Hastanesi’nin bahçesindeki bankın üzerinde hareketsiz yatan bir insan buldular.
Hemen sağlık ekipleri geldi.
Yapılan kontrolde öldüğü anlaşıldı.
Adı Hüseyin Ayılmazer’di.
Kalacak yeri olmadığı için hastane bahçesinde can veren Hüseyin Ayılmazer.
Üstü kapatıldı.
Emniyete haber verildi.
Sonra otopsi için hastane morguna kapatıldı.Allah rahmet eylesin. 

Bir garip ölmüș kim duymuşki

SORUYORUM ŞİMDİ HÜSEYİN SİZİNLE AYNI GEMİDEMİYDİ ?😢😓😢

SEN NEYMİŞSİN BE ABİ!


(MAZHAR ALANSON'a)

Yıllar önceydi...
Türk ordusunda genç bir teğmendim.
Henüz canımız pahasına korumaya çalıştığımız topraklarda PKK' li teröristlerin, çadırdan kurulan sahte mahkemelerde zorla beraat ettirilip, otobüslerin üzerinde Devlet Erkanı ile 'Megri Megri' diye halay çekmediği günlerdi.

Türkiye'nin en güvenilir kurumu Silahlı Kuvvetlere yani peygamber ocağına henüz incir ağacı dikilmemişti.
Tarihinde tutsak edilememiş 2226 yıllık ordu, sahte belgelerle yaratılan komplolar sayesinde Silivri zindanlarında cürümeye terk edildi.
Gururla taşıdığımız üniformamız da henüz kirlenmemişti.

15 Temmuz rezaletinde, yerlerde sürükleyip üzerine tükürdüler...
Dedim ya eskidendi; O yıllarda evimizi, ailemizi bir kenara bırakmış, operasyondan operasyona koşuyorduk. Terörist gibi dağlarda yaşamaktan sakalımız kaymış, tersine evrim teorisinin gözle görünür bir kanıtı olmuştuk adeta.

Günlerdir yürüyorduk, aç susuz ve yaralı. Bir tepenin zirve altını tutmuş, geceyi burada geçirmek üzere araziye yayılmıştık. Uzaktan ışığı görülmeyecek şekilde yaktığımız küçücük ateşin başında, yağan yağmurun altında, 6 teğmen; kola kutusundan yaptığımız uydurma çaydanlıktan, çay içip ısınırken, ben cep radyomu kurcalıyordum.

DJ in yaptığı anonsla bir garip oldum, “Şimdi çalacağım parça tüm mehmetciklere” demişti.
MFO’den bu sabah yağmur var İstanbul’da..” Evet, yağmur bardaktan boşalırcasına vardı. Ama İstanbul; çok uzaktaydı…

Şarkı başlayınca, telsizimin mandalına basarak yayını herkese dinletmek istedim. Aslında yaptığım bir suçtu, muhabereyi 3 dakika boyunca kesmiştim ve hayati sonuçlar doğurabilecek bir hata yapmıştım. Yağan yağmurun altında, cılız ateşe biraz daha sokulup hayallere daldık…

Parça bittiğinde kendime gelmiştim. Ama nafile; olan olmuştu bir kere. Komutanlar canıma okuyacaklardı.

Telsizim cızırdamaya başladığı an yutkundum..
Uzaklardan bir istasyondu;
“Burası Yiğit 15, Yayın yapan istasyona teşekkürler” dedi.
Şaşırmıştım!

Bir anons daha; “Bu şarkı için yayın yapan istasyon, sağol varol”
Ardı arkası gelmiyordu, yoğun bir muhabere trafiği başlamıştı.
Çevredeki tüm karakollar, tüm gezici birlikler, timler hepsi peş peşe sıraya girmiş, teşekkür ediyorlardı.

Son çağrı tabur komutanından geldi:
“Burası Tamer 1, Sağol evlat, gecemiz aydınlandı. Ama bir daha yapma!”
Üşümez, acıkmaz, yorulmaz dediğiniz mehmetciğin de bir canı vardı elbet. Askerlik yan gelip yatma yeri değildi, zaten yatacak yerimiz bile yoktu. Hayatın kıyısında, yaşam ve ölüm ikileminde nefes alırken, bir an olsun rahatlamak hepimize iyi gelmişti.

O yıllarda ülkemize güveniyorduk, sanatçılarımıza da…
Yalakalık yapmak üzere Akil adamlığa soyunup sonra kuyruğu sıkışınca “Bu ne böyle ayol, burası güvenli değil, yurt dışına taşınacağım” diye gazetelere çarşaf çarşaf roportaj veren soytarılar henüz gelişmemişti.

İmkanlar kısıtlıydı, kullandığımız silahlarin bazilarini bile subay - astsubay aramızda para toplayıp almıştık. Parayla silah alabiliyorduk, ama; parayla şerefin satılmadığı yıllardı, o yıllar…

O karanlık gecemizi aydınlatan, hatta Türkiye’deki son günümde bile konserine gittiğim, muhabbetinden keyif aldığım, abi bildiğim Mashar Alanson’un sözlerine inanamıyorum şimdi.

Tüm Cumhuriyet okullarının İmam Hatip yapıldığı, Atatürk’ün büstlerine tükürüldüğü, sahte şeyhlerin tecavüzcü Coşkun gibi eli uçkurunda, çocuklarımıza musallat olduğu bir dönemde.

Bu neyin kafası Mashar?
“Atatürk’ü zorla kafamıza soktular peygamberi unutturdular” demişsin, söylerken hiç mi utanmadın?

Ankara Devlet Tiyatrolarında sanatçı iken yıllarca kafana zorla sokulan adam sayesinde maaş almadın mı?
O adam’in örnek olsun diye açık kalmasına izin verdiği tek Tekke’de yetişmedin mi?

Beni ben yapan adam dediğin Leonard Kohen’in şarkılarını anladığın ingilizceyi, 1930 da kafana sokulan adamın isteği ve yönlendirmesi sonucu açılan Ankara Koleji'nde öğrenmedin mi?

Daha sayayım mı? Ben utandım be abi…
Yakışmadı, hem de hiç olmadı. Çünkü içimizdeki şeytanlara zülfikarlarla saldırmak başka, ahde vefasizlik başka bir şey.

"At ölür meydanı, yiğit ölür şanı kalır" derler. Bu günler geçer ama seni şarkılarınla değil, bu sözlerin ile hatırlayacağız bilmiş ol…

Sen neymişsin be abi?..

BÜLENT  SELÇUK

MAZHAR ALANSON KİMDİR?

Mahmut Mazhar Alanson, ya da bilinen adıyla Mazhar Alanson, 13 Şubat 1950 tarihinde Ankara’da dünyaya geldi. Babası Ferruh Alanson, annesi Melek Alanson'dur. Babası Ferruh Alanson, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nda baş trompetçiydi, annesi Melek Alanson ise ilkokul öğretmeniydi. Teyzesi Neriman Esi Senfoni Orkestrasında ve birçok operada oynadı ve Türk operasının önemli isimlerinden biri oldu.

Çocukluğunu Ankara'nın Cebeci semtinde geçiren Mazhar Alanson, müzikle hep iç içe oldu. Ortaokulu TED Ankara Koleji'nde bitirdi. Lise öğrenimini ise Kadıköy Maarif Koleji'nde okudu. Fakat mezun olamadan son sınıfta bu liseden atıldı.

1974'te Özkan Uğur, Galip Boransu ve Ayhan Sicimoğlu'nun gruba katılmasıyla İpucu Beşlisi adını aldılar. Birlikte "Heyecanlı" isminde ilk 45'likleri piyasaya çıktı. Şarkı, İzzet Öz'ün çektiği kliple sevildi. Daha sonra çeşitli nedenlerden dolayı İpucu Beşlisi dağıldı. Bu dönemde İzzet Öz'ün TRT'deki programında Mazhar'ın, "Zam", "Ondan şikayet bundan şikayet", "Bozup yeniden yapmaktır işim" şarkıları yayınlandı.

Mazhar Fuat ve Özkan, daha sonra bir dönem Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Seyyal Taner gibi ünlü müzisyenlerle birlikte çalıştı. Bu dönemde Mazhar Alanson, Ferhan Şensoy’un "Şahları da vururlar" adlı müzikal oyununda rol aldı. Böylece özlediği tiyatroculuk mesleğine kısa bir dönüş yapan Mazhar Alanson, kısa zaman sonra çok büyük bir albüme imza atmaya hazırlanıyordu. Bu albüm "Şahları da vururlar" müzikalinin bestelerinin yeni sözlerinden oluşacak "Ele güne karşı" albümü oldu.
1984'te büyük zorluklarla "Ele güne karşı" albümünü çıkaran grup, bu albümle bir yıl boyunca zirvede kalmayı başardı. Plak şirketlerinin satmaz diye düşündükleri bu albüm hafızalara güçlü bir şekilde kazınmayı başarmıştı. "Ele güne karşı" albümünden sonra 1985'te "Peki peki anladık", 1986'da "Vak The Rock", 1987'de "No Problem", 1989'da "The Best Of MFÖ", 1990'da "Geldiler", 1992'de "Agannaga Rüşvet" ve Dönmem Yolumdan, 1995'te M.V.A.B, 2003'te MFÖ single ve Collection, 2006'da da AGU albümleri piyasaya çıktı.

1988'de ilk filmi Arkadaşım Şeytan'da başrol oynadı. Atıf Yılmaz'ın fantastik filminde Alanson'un oynadığı Fatih karakteri müzisyenlikte başarılı olamamış, ünlü olmak için ruhunu şeytana satan biridir. Ali Poyrazoğlu ve Yaprak Özdemiroğlu ile başrolü paylaştığı bu film, başarılı olmuş ve Alanson'un sinema kariyerini açtı. 2006'da yine Cem Yılmaz'la, bu sefer onun babası rolünde Hokkabaz filminde oynadı ve film yine seyirci rekorları kırdı. 2009'da da Erdal Murat Aktaş'ın yönettiği Sulhi Dölek'in yazdığı Kirpi filminde Güven Kıraç ile oynadı.

İlk eşi Hale Alanson'la 1970'de devlet konservatuvarında tanıştıktan sonra 1972'de evlendi.Türküz Türkü Çağırırız albümünde 2 şarkının vokallerinde yer aldı. Çiftin ilk çocuğu Eda Alanson oldu. Eda Alanson, gazetecilik ve metin yazarlığı yapmaktadır. İkinci çocukları ise Hilmi Alanson oldu.

Mazhar Alanson, daha önceden tanıştığı Biricik Suden ile 2002'de çıkan solo albümü zamanında arkadaşlıklarını ilerlettiler. Aynı yıl Mazhar ve Hale Alanson çifti ayrıldı. Bir sene sonra da Mazhar Alanson ve Biricik Suden evlendi.

KIPÇAKLAR

Bugün Kıpçak-Kuman Türklerinin torunları Palócok Boy'u olarak Slovakya ve Macaristanda yaşamaktadır. Özellikle Palóc kadınlarının kullandıkları başlıklar, Ukraynadaki Taş Nine adı verilen kadın heykellerinin başlıklarına çok benzer. 

Kıpçaklar, Orta Çağ'ın sonlarına ait bir Türk halkıdır. XI-XIV Orta Asya'nın batısından başlayıp İrtiş Nehri yöresinden batıya doğru göç eden Kıpçaklar, bugünkü Rusya ve Ukrayna’nın bütün güneyini ele geçirdiler. Tuna Nehri kıyılarına, kuzeyde Orta İdil bölgesine, güneyde Kırım'a kadar uzanan bölge Deşt-i Kıpçak topraklarında  bir devlet kurdular.

Kıpçaklardan ilk olarak, VIII. yüzyılın ilk yarısına ait Türkçe runik yazıtlarda bahsedilmiştir. Bazı Çin kayıtlarında Qincha, Qicha, diğer Çİn kayıtlarında Kefucha şeklinde geçmektedir.

Batı Avrupa ve Bizans kaynaklarında da Cumani , Komani isimlerine rastlanır. Macarlar Kuni, Kun, Kunok şeklinde telaffuz eder. Ruslar ise Polovtsy  adını verdiler. 

Kumanların adı qu, qun, qūn, quman, qoman olan, eski Türkçe  "Soluk Sarı" Türk kökeninden türetilmiştir.  Kuman ismi,  yaygın olarak saç rengiyle (yani "sarışın") ilişkilendirilir. Macar Türkolog İmre Baski, atların  rengi için söylenen "sarı" olasılığını öne sürer.
Türkçe sarı olan, Kula kelimesi ile de benzeşir.  
Çeviri ve Derleme: Nuray Bilgili.

500 Yunan Drahmisi

İşte onların utandığı o an...

Minareleri olmayan, kubbesine haç takılmış Ayasofya'nın yer aldığı, 500 Yunan Drahmisi! 1921'de ABD' de basıldı.1923'te tedavüle girecekti. Yunanlılar, İngilizlerden İstanbul'u istiyorlardı, savaşı kaybettikleri için bu banknotu utançtan tedavüle veremediler! Nur içinde yat Gazi!
Alıntıdır

DÜNYANIN İLK KADIN DOKTORU: AGNODİCE

Antik Yunan’da kadınların tıp okuması yasaktı. M.Ö. 300 doğumlu Agnodice saçını kesip erkek kılığında İskenderiye tıp okuluna girdi.
Tıp eğitimini tamamladıktan sonra Atina sokaklarında gezerken doğum sancısı çeken bir kadının çığlıklarını duydu. Ancak sancıdan kıvranan kadın, Agnodice’yi erkek sandığı için kendisine dokunmasını istemedi.
Agnodice kimse görmeden kıyafetlerini kaldırarak kadın olduğunu kanıtladı ve doğumu yaptırdı.

Bu olay kadınlar arasında yayıldı ve hasta olan tüm kadınlar Agnodice’ye gitmeye başladı. Bunu kıskanan erkek doktorlar erkek sandıkları Agnodice’yi kadın hastaları baştan çıkarmakla suçladı.

Bu suçlamayla mahkemeye çıkarılan Agnodice ölüm cezasına çarptırıldı.

Bunun üzerine hayatını kurtarabilmek için erkek değil kadın olduğunu söyledi. Bu defa da kadın olarak tıp okuduğu ve doktorluk yaptığı için ölüm cezasına çarptırıldı.

Başta ölüm cezasını veren yargıçların eşleri olmak üzere tüm kadınlar ayaklandı.

Bazıları Agnodice’nin öldürülmesi halinde onunla birlikte ölüme gideceklerini söyledi. Eşlerinin ve diğer kadınların baskılarına dayanamayan yargıçlar Agnodice’nin cezasını kaldırdı ve bundan sonra sadece kadınlara bakmak şartıyla kadınların da doktorluk yapmasına izin verildi.

Böylelikle Agnodice ilk kadın doktor ve jinekolog olarak tarihe adını yazdırdı.

22 Ağustos 2020 Cumartesi

KOZMOGRAFYA

Yıl 1929..  Lise 3 ders kitabı.  Adı: Kozmografya..  Yazarı Ordinaryüs Prof. Dr. Ali Yar.  Atatürk’ün isteği ile yazıldı. Büyük önderdeki öngörüye bakar mısınız?

 Hikayesi ise inanılmaz....  “Bu kitabı bulabilmek için uzun zamandır çaba sarf ediyordum. Sonunda bir sahafta buldum. Adı Kozmografya. Türkiye’deki ilk astronomi kitabı. İlk baskısı 1929’da yapıldı. Benim bulduğum ise 1933 baskısı. Yazarı Ordinaryüs Prof. Dr. Ali Yar.  

Bu kitap yazılmadan 8 sene önce Ankara Hükümeti’nin kasasında sadece 48 kuruş vardı. İşgal güçleriyle, fakirlikle, cehaletle ve hastalıkla mücadele ediliyor; savaş sonrası Osmanlı’nın borçları ödeniyor, diğer yandan bilimle sanatla Cumhuriyet inşa ediliyor, fabrikalar yapılıyor, operalar temsil ediliyor, yurt dışına eğitim için öğrenciler gönderiliyor, örnek bir ülke yaratılıyordu. 

 O dönem insanlar dünyanın düz olduğunu ya da boğanın boynuzları üzerinde durduğunu düşünüyordu. Astronomi nedir, kimse bilmiyordu. Ama bir kişi bunun önemini biliyordu. Dünyada başka örneği yoktur, bir devlet adamının astronomi kitabı yazdırmasının. Evet, Kozmografya, Atatürk’ün isteğiyle Ali Yar Bey’e 1929’da yazdırılmıştır. 

Gezegenler, mevsimler nasıl oluşur, kara delik nedir, Aristo’dan başlayarak Kopernik’ten Galileo’ya tüm uzmanların düşünceleri, Samanyolu haritasına kadar her şey bu kitaba konulmuştu. 1933’ten başlayarak tüm liselerde zorunlu ders olarak okutulmuştur ta ki 1979’a kadar.

  Kitabın yazarı Ali Yar Bey Mektebi Sultani yani Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra 1912 Temmuz’unda Paris Yüksek Tayyarecilik Mektebi’nden mezun olur ve dünyanın ilk üç uçak mühendisinden biri unvanını elde eder. 

Darülfünun yani İstanbul Üniversitesi’nin o dönem Zeynep Hanım Konağı diye bilinen konakta cebir, astronomi dersleri verir. Atatürk’ün isteğiyle de bu kitabı yazar.  Sahaftan gelen tarihi Kozmografya kitabını açtığımda beni bir sürpriz bekliyordu.

 Kapağın hemen arkasına kime ait olduğunu gösteren bir isim yazılıydı. 1933’te İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nda 275 okul numaralı bir kişiye aittir bu kitap; adı Fahrettin Akbulut. Kim mi bu kişi? Sonradan önemli bir matematik profesörü olacak Ege Üniversitesi’nde dersler verecek Türkiye’de matematiği gençlere sevdirecektir. 

Bir gün Fahrettin Akbulut’un çocuğu evdeki kütüphane rafını karıştırır. Kozmografya kitabını görür. Şu an bende olan kitabı… Alır inceler. İçinde gökyüzü haritalarının, teleskopların, gezegenlerin ve kainatın fotoğraflarını görünce astronomiye ilgi duymaya başlar. Sonra ne mi olur? 

California Üniversitesi (Berkeley) Matematik bölümünden mezun olur. Wisconsin Üniversitesi’nde, Michigan State Üniversitesi’nde profesörlüğe kadar yükselir. “Yaşadığımız uzayı tabii Euclid (Öklid) uzayı mı, yoksa onun yalancı kopyası mı?” sorusunun yanıtını arar ve İngiliz Astronomi Profesörü Zeeman’ın 1963’te yaptığı tahmini çözümünü bulmayı başarır. 

 Bu nedenle de birçok ödüle hak kazanmıştır. Bunlardan biri de TÜBİTAK Bilim Ödülü’dür. Türkiye’nin yetiştirdiği ve dünyaca tanınan Profesör Dr. Fahrettin Akbulut’un oğlu Prof. Dr. Selman Akbulut matematik ve astronomi alanında yaptığı çalışmalardan ötürü uluslararası ödüllerle taçlandırılır. 

Baba Fahrettin ve oğlu Selman matematik ve astronomi alanında önemli çalışmalara imza atar.  İşte Kozmografya kitabının önemi buradadır. İçindeki 275 okul numaralı lise talebesi Fahrettin’in kitaba karaladığı ismi bizi böylesine bir yolcuğa çıkarıyor. Bu kitap, küçük bir çocuğun yani Selman’ın eline geçmesiyle dünyaca tanınan bir bilim insanına dönüşmesine vesile olur. Ya bu kitap Atatürk tarafından Ali Yar Bey’e yazdırılmasaydı?

 Fahrettin Akbulut bu kitabı İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nda okumasaydı? Sonrasında oğlu Selman bu kitabı görüp astronomiye heves etmeseydi… İşte Atatürk’ün neden büyük bir insan olduğunun örneği…  Atatürk yüzünü bilime dönmüştür. İstikbal Göklerdedir demiştir. Belki de en güzeli nüansı yazdırdığı Kozmografya kitabının içindeki Ay fotoğrafındaki kraterlerdir. 

Neden mi? 1956 senesinde Dr. Hugh Percy Wilkins Ay’daki bir kratere büyük saygı duyduğu Atatürk’ün adını vermiştir. Ay’da bir kratere Atatürk’ün adının verilmiş olduğunu biliyor muydunuz? Lütfen bu yazıyı Atatürk’ü anlamayanlara, O’nun kıymetini bilmeyenlere okutun… 

En azından “En Hakiki Mürşit İlim” ve “İstikbal Göklerdedir” sözlerinin somutlaşmış örneklerini gösterebilmiş olursunuz.” .

Tolga Aydoğan'dan alıntıdır ..

21 Ağustos 2020 Cuma

İSMET İSMİ


Arap harfleriyle; İSMET yazılışı
  • İsmet ismi size birçok farklı fikir ve teoriyi keşfetmenize neden olan hızlı ve aktif bir zihin vermiştir.
  • İnsanlarla birleşme isteğiniz var, ve başkalarıyla kendiliğinden ve etkileyici olmanın zorluğu olmadığı için, tartışma ve tartışma için önemli bir yeteneğe sahipsiniz.
  • İnsanlarla tanışmak için beklenmedik fırsatlardan yararlanırsınız ya da anın ilerleyişiyle ilgili şeyler yaparsınız.
  • Zorlandığınız yerde sorumluluklarınızın ele alınmasını organize etmek ve sistemleştirmektir.
  • Herhangi bir teşebbüsünüzü, sizin ilginizi çekdiği sürece dikkatli bir şekilde çalışabilmenize rağmen, engeller veya can sıkıcı monotonluklarla karşılaştıklarında sebat edemezsiniz.
  • Böylece teşebbüslerdeki başarınız sınırlıdır.
  • En çok keyif aldığınız görevler veya etkinlikler, bazı yaratıcı veya sanatsal ifadelere izin verir.
  • Bağımsızlığınızın ve bireyselliğin kısıtlandığı bir duruma asla tahammül etmeyeceksiniz.
  • Kişisel yaşamınızdaki koşullar, zorlandığınız her an, ya da herhangi bir sürtünme ya da yanlış anlama olduğunda çok çabuk değişebilir, çünkü çok kustik ve açık sözlü olabilirsiniz.
  • Bu isminde, kendinizden daha az şanslı olanlara karşı cömert kılan ve başkalarının haklarını korumanıza neden olan bir idealizm unsuru vardır.
  • Bu isim, duygularınızın gereksiz yere uyandırılmasına izin veren aşırı duyarlı bir doğa yaratır.
  • ALINTIDIR

17 Ağustos 2020 Pazartesi

NİŞANTAŞI ÇİFTÇİSİ: SENCER SOLAKOĞLU

İlk defa FOX TV haberlerinde gördüm sanırım. TV nin sesi kısıktı. ''İsviçreli veya Hollandalı modern çiftçilerden biri, Türkiye de niye olmaz böyleleri'' diye düşündüm. Sesini açınca röportajın sonuna yetiştim ve ŞOKKK , adam Türkiye' de çiftçi ...

Çiftçi demek tuhaf geliyor, zira adam çiftçi denince akla gelen şeyden çok farklı bir yerde. Süt işiyle uğraşıyor aslında. Ancak yemini kendi yapıyor. Yem üretmek için ekiyor, biçiyor. Neyi nasıl elde edeceğini araştırmış, deniyor. Verim alınca paylaşıyor. Çiftliğini son derece randımanlı bir şekilde kullanıyor.

Bu muhteşem adamın adı Sencer Solakoğlu..

11 yaşında İsviçre'ye gitmiş sonrasında ABD de Davranış bilimleri üzerine akademik kariyerini yapmış. Birkaç yabancı dili çok iyi konuşabiliyor. Orada bir süre çalıştıktan sonra 2008 yılında çiftçi olmaya karar vermiş oradan buradaki vatandaşa ''hainler'' diye çemkiren şoparların aksine Türkiye ye dönmüş. ve Bursa Karacabeyde FEYZ ÇİFTLİĞİ ni kurmuş.

Tarım bakanınn destek olacak yerde ''Nişantaşı çiftçisi'' diye kendince dalga geçtiği(!!!!!) Sencer Solakoğlu 6000 dönüm arazide tarımsal üretim yaparak yaklaşık 2000 hayvanlık süt çiftliğini besliyor... Binin üzerinde sağmal ineğe bakıp günlük inek başına 40 lt ortalamalara kadar getirmeyi başarmış, hayvanların yemini de kendisi tarlada üretip hayvan gübresiyle bu tarlaları gübreliyor. Ahırın kurulmasından, sağıma kadar her şeyi kendi kurmuş ve elemanlarını da kendi yetiştiriyor. Anladığım kadarıyla her yaptığı işte birçok akademik çalışmayı takip ederek bilinçli yapmaya çalışıyor. Milyonlarca lira paralar harcayıp patronu olduğu işte aynı zamanda işçilik de yapıyor ve ne kadar zevk aldığı gözlerinden belli oluyor. Kendisi Türkiye'nin özlediği çağdaş, bilgili, çalışkan insanlardan. Adamın web sitesi bile buram buram kalite kokuyor;

Kurduğu çiftlik dünya'da süt verimliliğinde ilk 10 içerisinde, teknolojik ve teknik üretim yapıyor. Yabancı çiftçiler ve heyetler gelip çiftliğini inceliyor adamın.

Ama burası Türkiye, tarım bakanını eleştirdiği için apar topar baskına gidip 5 yıllığına bütün desteklerden muaf bırakıyorlar. Yıllık ortalama iki milyon liralık bir zarara uğratıyorlar.

Başka bir ülkede olsa plaket üstüne plaket verilip baş tacı yapılacak ve diğer çiftçilere örnek teşkil etmesi için derin bilgisinden sürekli yararlanılacak bir adamı üretimi bırakıp yargıda hakkını aramak, Tarım bakanlığından destek görmek yerine Tarım bakanlığına dava açmak zorunda bırakılıyor. Neyse ki kendisi tarım bakanlığına karşı açılan davayı kazanıyor, kendisine verilen ceza mahkemeden dönüyor...

Ülkemiz adına halen umudumuz olması gerektiğinin ete kemiğe bürünmüş hali SENCER SOLAKOĞLU...Vatanseverlik nasıl olur sorusunun cevabıdır...

Kendisini ayakta alkışlıyor, gönülden destekliyorum. Ürettiği muazzam katma değeri daha yakından görmek isteyenler için..Soner Oğuz

16 Ağustos 2020 Pazar

BİRAZ GÜLELİM.... ÇOOOOOOK İHTİYACIMIZ VAR

😁😁😁
Misafirin yanında dayak yemeyeceğini bildiği için sınırları zorlayan çocuktaki cesaret kimsede yok🤣

Kavgaların en çok 'ne bakıyon len' diye çıktığı bir ülkede, otobüslere karşılıklı koltuk yapmak çok mantıklı gerçekten 🤣

Dişini fırçalayan erkeği bulmuş da, macunu ortadan sıkmayanını istiyor. Bak bak lükse bak🤣

Arabada kemer takmak zorunluyken otobüslerde milletin ayakta gidebilmesini bana bir anlatın🤣

Türklere özgü ikna şekli; "ölümü gör"🤣🤣🤣

Bazen başımı alıp gidesim geliyor ama; Müge Anlı'dan korkuyorum, beni de bulur diye🤣

Asansör çağırma tuşuna defalarca basarak daha hızlı geleceğini zanneden; tek milletiz 🤣🤣

Annem beni ders çalışırken gördü, gözleri yaşardı, bıraktım ders falan çalışmıyorum. Ondan değerli mi, kıyamam ben ona🤣

Elini öptürmek istemeyipte elini iyice aşağı indirip beni yerlerde süründüren orta yaşlı akraba seni pıçaklarım🤣🤣🤣

Kulağımda kulaklık var, dürtüp müzik mi dinliyorsun diyor. Yok kuleden iniş izni istiyorum. Pilotum ben🤣

Pizzayı yuvarlak yapıp üçgen kesip kare kutuya koyanla, evleri kare ve dikdörtgen yapıp adını daire koyan kişi aynı kişi olmalı🤣🤣🤣

Eve gelen misafirin; "tuvalet var mı?" diye soruşuna ayar oluyorum. Yok biz poşete yapıp karşı apartmanın damına atıyoruz🤣🤣🤣

Anneme; "anne ben evlatlık mıyım?" dedim. "Öyle bişey olsa seni mi seçerdik" dedi. Haklı kadın🤣

Gözleri aşka gülen en taze sögüt dalsın diyor şarkıda. Bu hayatımda duyduğum en kibar, en naif ODUNSUN deme şekli🤣🤣🤣

Her "ne yapıyorsun?" diye sorduğumda "napiim sen napıyorsun?" diyen Bi arkadaşım var. Yıllardır ne yaptığını bilmiyorum🤣

27653941 keredir diyorum size, şu sayıları okumuş gibi yapıp geçmeyin diye🤣

Sadece Türklere özel bir ağırlık birimi 'gavur ölüsü gibi' 🤣🤣🤣

Fırıncı bana sıcak ekmek veriyorum dedi. Abi nasıl olsa eve gidince annem bayatları yedirecek dedim. Sarıldık ağlaştık🤣

Bizler arkası gelmez dertlerimin şarkısını söylerken göbek atan bir toplumuz. Kimse bana normal olduğumuzu söylemesin. Yemem🤣

İnsanımız gariptir. Camı siler ayna gibi oldu der, aynayı siler cam gibi oldu der🤣

En iyi tedavi şekillerimizden biri; git bir elini yüzünü yıka🤣

Pazarda çocuğunu kaybedince feryat figan ağlayan, buluncada öldüresiye döven anne; Türk annesidir.


15 Ağustos 2020 Cumartesi

SIPAYI OKULA GÖTÜREN KÖYLÜ

Antalya'da bir ilçeye kaymakam atanmış. Kaymakam yanına baş çavuşu alıp, köylülerle tanışmak üzere köy köy dolaşmaya başlamış. Köyün birinde, yolda kucağında yeni doğan eşek sıpasıyla giden bir köylüyü görmüş.. Kaymakam baş çavuşa dönerek 'köylüye biraz sataşayım' demiş. Baş çavuş kaymakamı uyarmış. 'Bunlar lafta altta kalmazlar, dikkat edin' dese de, Kaymakam 'bir şey olmaz, ben yıllarca mektep okudum, cahil bir köylü mü beni lafta yenecek' demiş.

Arabayı durdurup köylüye yanaşmışlar. 
-Kaymakam selam verip, 'hemşerim, kucağına yavrunu da almışsın nereye böyle' demiş. 
 Köylü, bir kaymakama, bir de baş çavuşa bakmış; "sıpayı mektebe yazdırmaya gidiyorum, efendim, okursa kaymakam, okumazsa başçavuş olsun" demiş...

14 Ağustos 2020 Cuma

EŞEĞİN GÖLGESİNE GÖSTERİLEN İLGİNİN NEDENİ.!

.             
Atina’da önemli bir soruna çözüm 
aranırken kürsüye fikrini söylemek için 
filozof Demostenes çıkar.!

Ancak kekeme 
olduğundan sözünü dinletemez. 

İnsanlar sürekli kendi aralarında 
konuşmakta, filozofu dinlememektedir. 

Bunun üzerine Demostenes, Size 
“Bir hikaye anlatıp ineceğim” diye bağırır 
ve sessizlik olunca anlatmaya başlar: 

Bir yolcu Atina’dan 
Megara’ya gitmek için bir eşek kiralamış. 

O eşeğin üzerinde, 
kiralayan eşeğin sahibi de yayan 
olarak yanlarında beraber yola çıkmışlar. 

Derken öğle sıcağı bastırmış, 
biraz dinlenmek ve öğle yemeği yemek için durmuşlar ama hiç gölgelik yokmuş.

Eşeğin sahibi hemen eşeğinin gölgesine sığınmış. Eşeği kiralayan, ‘Sen çekil gölgede benim oturmam gerek’ demiş. 

Eşeğin sahibi itiraz etmiş: 
‘Tabi ki ben oturacağım, çünkü eşek benim.

Yolcu; " Ama eşeği kiraladım’ deyince de, 
‘Ben sana eşeği kiraladım gölgesini değil’ cevabını almış ve tabi sonunda aralarında kavga çıkmış.

Hikayeyi dinleyen herkes 
dikkat kesilmiş ve hikayenin sonunu bekliyormuş ama Demostenes bu noktada kürsüden inmiş ve uzaklaşmaya başlamış. 

Dinleyiciler,
" Hey ne oldu sonunda? 

Hikayenin sonunu anlat” diye bağrışmaya başlayınca Demostenes kürsüye dönmüş ve demiş ki;

-Ben sizin için çok önemli bir konuda bir 
şeyler anlatmaya çalışıyorum ama siz eşeğin gölgesini merak ediyorsunuz. 

Artık ne fikrimi söyleyeceğim 
ne de öykünün sonunu” ve yürüyüp gitmiş.

Yukarıdaki EŞEK Anısını  
yazan size bize hepimize diyorlarki;

Sosyal medyada milyonlarca 
Lay  lay lom.! Yazı, fotoğraf ve karikatürler 
çok beğeni alıyor. Çok paylaşım yapılıyor .

Sayfalarda hepimizin  yapmış olduğumuz paylaşımlarda da emek harcanmış, nitelikli 
ve bilimsel içerikli paylaşımlarımız da malesef eşeğin gölgesi kadar hiç ilgi görmüyor. 

Popüler paylaşımlar, okumak ve anlamak 
için emek ve çaba gerektirmeyen içerikler daima paylaşım rekorları kırıyor. 

Bunu en önemli nedeni de popüler olanın 
hitap ettiği kitlenin büyüklüğü olsa gerek...
( Alıntı)
Selam ve sevgilerimle 🙏☺️

13 Ağustos 2020 Perşembe

AKP SINIRLARIMIZDAN PKK/ YPG'yi BU ŞEKİLDE GEÇİRMİŞTİ

İBRET LEVHASI (239)

BU FOTOĞRAFLAR SADECE KONUŞMUYOR, BAR BAR BAĞIRIYOR !
AMA AKKOYUN VE AKKURTLARIN GÖZÜ GÖRMEZ, KULAĞI DUYMAZ;
ÇOK YAZIK, AKLI KİRAYA VERİP MANKURTLAŞMIŞ ZAVALLILARDIR !

ALINTIDIR:
https://www.facebook.com/mehmet.yazar.9828456

ANADOLU'NUN GÖZ YAŞLARI

Osman Hamdi Bey Dönemi ne yazik ki bize anlatıldığı gibi değil. Osman Hamdi Bey, 1881-1910 arası eserleri korumakla görevliydi. 1884 Eski Eser Yasası ülkeden eser çıkışını engelliyordu ve uygulayıcısı da Osman Hamdi Bey’di. Ne yazık ki döneminde birçok eser onun gözü önünde taşınmıştır ve kendisi bu duruma itiraz etmemiştir. Anadolu'yu yağmalayan C.Humann'ı yalısında ağırlıyor, atölyesinde portresini yapıyordu. (Kızı Nazlı'nın hatıralarında evlerine ziyarete gelen yabancı soygunculardan ve kazı heyeti başkanlarından bahseder.)
Fransızlar Irak'tan götürülen eserlere göz yuman Osman Hamdi'ye fahri doktora ünvanı veriyor, resmini de 4000 franga alarak kendisini ödüllendiriyorlardı. Amerikalılar da aynı yöntemle önce Pennsylvania Üniversitesi yoluyla fahri doktora ünvanı veriyor, bir portresini de 6000 franga alıyordu. Bunu üzerine sahilde sandıkta bekletilen Assos eserlerini Boston'a doğru götürülmesine izin vermişti. Padişahlardan Abdülaziz, Abdülmecid ve 2. Abdülhamit dönemleri ve Osman Hamdi Bey'in dönemi en çok eser kaybettiğimiz dönemdir. Bize anlatılan şeyler hep bambaşka, artık her şeyi doğru dürüst yerine koymalı ve bu konuyu daha çok tartışmalıyız.
Yaşar Yılmaz Anadolu'nun Gözyaşları kitabında belgeleriyle bu durumu ortaya koyuyor. Kitabı okumadan evvel de bu durumu biliyordum. 
Aktüel Arkeoloji, @aktuelarkeoloji Osmanlı İmparatorluğu'nda Batının Arkeoloji Yağması syf 12-13
Alıntı

12 Ağustos 2020 Çarşamba

BAK YOBAZ KARDEŞ!

Merhaba yobazlar.. Bakın şimdi nasıl vajina konusundan girip sizin beyin yapınızdan çıkıyorum.. :)😏☺️😊

Bildiğiniz gibi çiçeklerle bezenmiş yerde vajina var.. Hani şu sizin namus kavramını yüklediğiniz organ.. Hani senin çıktığın delik.. Hani şu ilk cinsel ilişkide mutlaka ama mutlaka kanaması gereken organ yahu.. Hâlâ anlamıyorsan kızlık zarından bahsediyorum.. Hani şu senin "evlilik çağına gelene kadar birçok kızla yatıp kalkayım ama evleneceğim kız bakire olsun" diyerek 'kanayacak kanamayacak' derdine düştüğün organ var ya, hah ondan bahsetmeye çalışıyorum.. Hani bazıları esnek oluyor yırtılmıyor, bazıları hiç olmuyor ve zaten yırtılamıyor ya o organ işte.. Ne bilim belkide senin pipi ufak geliyor, ondan yırtılmıyor.. :) olur mu olur..

Bak yobazcığım.. Bütün ahlaki değerleri sığdırmaya çalıştığın o vajina ve kızlık zarı var ya anne karnındaki bebeğin soyunu devam ettirebilmesi için doğanın aldığı bir önlem.. 

Yani dış dünyanın mikroplarının karın içindeki steril dokulara ulaşmaması için. 

Eğer kızlık zarı olmasaydı, çişini kakasını altına yapan ya da farkında olmadan parmağını vajinasına sokan bir çocuğun vajinasından giren mikroplar karın zarına kolayca ulaşır ve bütün kız çocukları daha ergenlik çağına bile gelmeden, çocuk yaşta ölürlerdi.

Sevgili yobaz.. 
Vajina namus değildir.. Ama bu demek değildir ki oraya herkes girip çıkabilir.. Haşa.! öyle bir şey demiyoruz.. Herkes namusunu kendi taşır.. Mesela g*tüne salatalık sokan imam namussuzdur.. 11 yaşındaki çocukla cinsellik düşünen imam namussuzdur.. Hatta 45 çocuğa tecavüz eden, edilmesine ses çıkarmayan, bir kereden birşey olmaz diyen herkes namussuzdur. (Sanırım senden bahsediyoruz) Etek giyen herkesi yollu sanmak, şort giyen herkesi, herkesle yatacak sanmak, başı açık herkesi tahrik edici görmekde namussuzluktur sevgili yobaz efendi..

Kızlık zarı ve vajina konusuna dönecek olursak yobazcığım; kızlık zarına verdiğin önemi çocuk gelişimi ve beyin gelişimine vermiş olsaydın ortaçağ masallarının değilde bilim ve teknolojinin önemini konuşuyor tartışıyor olurduk.. Ve uğruna cinayetler işlenen küçük bir et parçası bu denli önemli hale gelmezdi.. Kızlık zarı yada vajina namus değil.. 

Bacak arasında kalan hiçbir organ namus değil.. Namus nedir biliyor musun yobaz oğlu yobaz; Namus, kadın vücuduna saygılı olmaktır.. 20 yaş altı kız çocuklarına cinsel dürtü hissetmemektir.. Kadını kara bir çuvalın içine hapsetmemektir.. Açık her kadını or*sbu sanmamaktır.. Namussuzluk mu arıyorsun; sünnettir diye küçücük çocukları eş olarak görebilenlere bak.. hatta aynaya bile bakabilirsin illede bir namussuz arıyorsan.. 

Hiç kadın hakları yürüyüşünde görmedim seni, çocuk haklarında da yoktun,  doğayıda davunmadın,  hayvanlarıda... Dilinden düşürmediğin Tanrının yarattığı hiç bir canlıya saygın yoktu.. 
Küçük çocuklar tecavüze uğradığında da  meydanlara indiğini göremedik hiç.. 
Bu yüzden aynaya bakmalısın.. 
Ne görüyorsun?? 
Kendini mi?? 
Hah işte namussuz o aynadaki..!

Umarım görselden tahrik olmamışsındır..😏😏😏😏
Alıntıdır 

11 Ağustos 2020 Salı

AMERİKA


Yıl 1786 idi.
İlk defa, ABD bandıralı bir gemi Osmanlı limanlarından birine yanaştı.

Adı “Grand Türk” idi…

İçine taşıdığı yolcular ise, Anadolu’ya ekilmek üzere gönderilen ilk nifak tohumları olan misyonerlerdi.

İlk önce İzmir ve çevresine yuvalandılar.

Türk devletinin geniş hoşgörüsünden (aslında gafletinden) yararlandılar!

Anadolu’da birçok misyoner okulu açtılar. Okullarına öğrenci olarak da daha çok Bulgarları, Ermenileri, Rumları, İngilizleri, Yahudileri ve Kürtleri aldılar!

Yeni kiliseler kurdular etrafında cemaatler oluşturdular, Matbaalar kurdular ve maalesef bu milletin aleyhinde binlerce kitap, dergi vb. basmak suretiyle kararlı bir şekilde faaliyetlerine devam ettiler!

1863 yılına gelindiğinde bu matbaalarda Ermenice, Rumca, Bulgarca, İbranice, Kürtçe ve Türkçe olmak üzere basılan kitap sayısı 160.000’i aşmaktaydı.  1900 yılına gelindiğinde ise sadece Anadolu’da (İstanbul dâhil) 400’ü aşkın okulda 17.500 civarında öğrenci okutmaktaydılar.

Daha doğrusu, nifak tohumlarını bu öğrencileri zehirlemek suretiyle ekmekteydiler!

Bir karşılaştırma yapabilmek açısından aynı dönemdeki Türk okullarının sayılarını da vermek gerekmektedir. 1913-1914 yıllarında sadece Anadolu değil, bütün İmparatorluk dâhilindeki Sultaniye ve İdadilerin sayısı 63 ve buralarda okutulan öğrenci sayısı ise sadece 6.800 civarında idi.

Osmanlı devleti, 1869’dan itibaren her türlü yabancı okulu yakından izlemeye başlayınca, gözdağı vermek için Osmanlı karasularına ABD savaş gemilerinin gönderilmesini dahi gündeme getirdiler!

Çünkü dönemin ABD Başkanı Theodore Roosevelt’e göre dünyada herkesten önce ezilmesi gereken bir Türk gücü vardı.

Zaten misyonerlere verilmiş olan talimatta da öz olarak başka bir şey denilmiyordu. Misyonerleri Anadolu’ya gönderen güç, onlara verdiği talimatta: “Bir fetih savaşına girmiş askerler olduğunuzu unutmayın. Ve her ne kadar mücadele manevi alanda, kafanın kafayla, kalbin kalple mücadelesi ise de ve sizin silahınız Tanrı’nın inayeti ile güçlendirilmiş manevi bir silahsa da Napolyon’un askeri girişimleri kadar araştırma, bilgi ve düşünmeye ihtiyaç gösterir. Bu mukaddes ve vaat edilmiş topraklar silahsız bir Haçlı Seferi’yle geri alınacaktır”  denilmekte idi.

Yani, “Grand Türk”’ün yolcuları aslında; “Büyük Türk”ü “Küçük Türk” yapabilmek için gelmişlerdi…

Bulgaristan'ı kuranlar, başta Robert Koleji olmak üzere bu okullarda yetiştirildiler.

Sonunda bağımsız Bulgaristan kuruldu!

Sonra, sonra ne mi oldu?
Neler olmadı ki?
Bir yandan misyonerler aracılığı ile Anadolu’da nifak tohumları ekilmeye, Anadolu’da yaşayan halklar birbirinden soğutularak düşman edilmeye çalışılırken, bir yandan da Anadolu’da can vermek üzere olan Hıristiyanlığa can suyu verilerek Anadolu yeniden Hıristiyanlaştırılmaya çalışılıyordu!

Yeter mi? Tabi ki yetmez…

1948’den başlayarak, etkileri 1970’li yıllara kadar devam eden Marşal Yardımı kapsamında; o dönemde Anadolu’da her evde koyun, keçi veya sığır (süt hayvanı) bulunduğu halde, içine ne katıldığı bilinmeyen süt tozları bütün Türk çocuklarına (okullarda) dağıtılıp içirilerek geri zekâlı bir nesil oluşturulmaya çalışıldı!

Buna rağmen Menderes döneminde Kore'ye gittik ve onlar için savaştık. Kan döktük can verdik.

Hatta şarkılar bile besteledik. Yaşı 60’ın üzerinde olanlar bu şarkıyı çok iyi hatırlarlar:

“Amerika Amerika,
Türkler dünya durdukça,
Beraberdir seninle,
Hürriyet savaşında.

Bu bir dostluk şarkısıdır,
Kardeşliğin yankısıdır.
Kore'de olduk kan kardeşi,
Sönmez bu yangının ateşi…”

Ama kazın ayağı hiç de öyle değildi.

1960 yılına geldiğimizde ise yeni bir tezgâh daha sahneye konulmuştu.

O yıl ABD büyükelçiliğinde bir albay başkanlığında 18 kişiden oluşan bir Kürt İşleri Bürosu kuruldu ve bu büro aracılığı ile, özellikle doğu illerimizde ABD adına görev yapacak çok iyi Kürtçe konuşabilen ve bölge hakkında çok geniş bilgilerle donatılan yeni ajanlar yetiştirilmeye, hiç vakit kaybetmeden Anadolu’ya yollanmaya başlandı!

Bu ajanlara, şeytanın silah arkadaşı olan Fransa Paris’te Kürtçe öğretildi.

Ajanların çok büyük bir bölümü çok zeki, çok genç ve çok güzel kızlardan oluşuyordu. Bu güzel kızları, o yolu yolağı olmayan Kürt köylerinde gören Kürt ve Türk gençlerinin ise içleri gidiyordu. Ne kadar da güzellerdi…

O zamanlar, Türkiye’de devam eden bir savaş olmamasına rağmen, bölgede görevlendirilen bu ajanlara “Amerikan Barış Gönüllüleri” deniliyordu…

1969 yılı itibariyle 69 ilimizde toplam 232 barış gönüllüsü bulunmaktaydı.

Bu sözünü ettiğimiz “Barış Gönüllüleri (Peace Corps) projesi”, ABD tarafından 1961 yılında dönemin ABD Başkanı olan Jonn F.Kenedy tarafından, parlamento kararı ile başlatılan bir projeydi.

Proje kapsamında ülkemize gelen gönüllü (pardon ajan) sayısı resmi rakamlara göre 1201 idi,  ancak gerçek sayının ne kadar olduğu hiçbir zaman tespit edilemedi!

Sonrası?

Doğu’daki PKK hareketinin başlangıcı bir 10 yıl sonraya rast gelir!

Yani bu barış gönüllülerinin icraatları bu topraklara saçılan kin tohumlarına mükemmel birer gübre olmuştu!

Bizler ise Amerikan barış gönüllülerinin saçtığı zehri unuttuk. Bu zehre karşı panzehir üretmeyi ve kullanmayı maalesef yeterince akıl edemedik.

Ne mi yaptık?

Sadece zehirlenmiş kardeşlerimize düşman olduk!

Bu Amerikan ajanlarının yıllar önce insanlarımız arasına yavaş yavaş ektikleri nifak tohumlarının zehirli meyvelerini son 20/30 yıldır sık sık yemek zorunda kaldık.

Bu zehirli meyveleri hala yemeye devam etmiyor muyuz?

Biz her şeye rağmen saf saf Amerika’yı dost ve müttefik olarak görmeye devam ederken, 1974 yılında gerçekleştirdiğimiz Kıbrıs Türk Barış Harekatı'na karşı çıkan, bu harekatı durdurmak için Akdeniz'e deniz filosu gönderen ve Harekattan sonra da uzun yıllar ülkemize silah, mühimmat ve askeri malzeme ambargosu uygulayan da bu dost Amerika idi!

Yine aynı yıllarda, ABD'nin Nihat Erim Hükümetine baskı yaparak Türkiye'de afyon ekimini yasaklattığını ve Ecevit'in iktidara gelmesiyle ABD'ye meydan okuyarak afyon ekiminin 1973 yılında yeniden başlatıldığını, Amerikan ambargosunun sebeplerinden birinin de bu afyon (haşhaş) ekimi krizi olduğunu unutmayalım.

Zaman ilerledi, 1992 yılına geldiğimizde başka bir Amerikan ihaneti ile karşı karşıya gelmiştik. 10 Aralık 1992'de ABD’ye ait Çekiç Güç helikopteri Cudi Dağı’ndaki PKK’lara silah, mühimmat ve malzeme attılar!

Yani ABD’nin PKK, PYD gibi Türk düşmanlarına yardım yapması hiç de yeni değildir.

Bu olayın Türk Jandarma ve İstihbarat Timleri tarafından fotoğraflanıp tespit edilmesi üzerine, Eşref Bitlis Paşa tarafından konu Genelkurmay Başkanlığı’na intikal ettirdi.

Bunun üzerine, 17 Aralık 1992’de Çekiç Güce bağlı ABD helikopterleri, Irak’ın Selahaddin Kenti’ne gitmekte olan Eşref Bitlis’in helikopterine ateş açtılar! Ama Paşa şimdilik kaydıyla kurtulmuştu.

Ve takvimler 01 Ekim 1992’yi gösterirken, ABD tarafından bir muhribimiz resmen (yanlışlıkla) vuruldu! Adı Muavenet idi.

Adını Çanakkale Savaşı’nda İngilizlerin Goliath Zırhlısı’nı batıran ünlü “Muavenet-i Milliye Muhribi”nden alan “Muavenet” adlı muhribimiz; dost ve stratejik ortak olarak bildiğimiz Amerika tarafından; Ege Denizi’nde gerçekleştirilen NATO Kararlılık Gösterisi-92 Tatbikatı sırasında, USS Saratoga (CV-60) uçak gemisinden üst üste ateşlenen füzeler tarafından, kaptan köşkü ve savaş harekât merkezinden vuruldu!

Bu elim olayda, yaşamlarının henüz baharında olan beş denizcimiz kalleşçe şehit edildi, 22 denizcimiz de yaralandı!

“Muavenet Muhribi 1 Ekim’de vuruldu, 4 Ekim’de ise Irak’ta Kürt Federe Devleti’nin ilan edildi!

Oysa Türkiye Irak’ta kurulacak bir Kürt devletini asla istemiyor ve hatta bunu savaş nedeni sayıyordu.

Diğer bir gelişme ise; Muavenet vurulduğunda Eşref Bitlis Paşa tarafından; Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı büyük bir harekât başlatılmıştı, ancak ABD bu harekâtın yapılmasını istemiyordu.

Artık bu Eşref Paşa Amerika için çok olmaya başlamıştı…

Nitekim üzeninden çok zaman geçmeyecek ve Eşref Bitlis Paşa; 1993 yılında uçağı düşürülerek (ABD parmağı olduğu düşünülen şaibeli bir uçak kazasında) şehit edilecekti!

1991 Yılındaki 1. Körfez Savaşı’nın ardından, 1996 yılında Saddam Hüseyin bölgedeki gücünü arttırınca, Kuzey Irak’ta barınamayacakları anlaşılan tam 7.500 CIA peşmergesi Kürt, ABD tarafından 1996 yazında bölgeden kaçırılmak zorunda kalındı.

Aynı yıl ABD tarafından Washington’da bir Kürt Enstitüsü kuruldu, başına da Mike Amitay adlı bir Yahudi getirildi…

İşte Irak’taki bugünkü sözde Kürt Devleti Projesi’nin taslak planları, daha önce Güneydoğu Anadolu’da defalarda inceleme gezisi süsü verilen istihbarat faaliyetlerinde yöneticilik görevi yapmış olan bu Yahudi ABD ajanı tarafından hazırlandı.

ABD’nin Kuzey Irak’tan kaçırdığı bu Kürtler ile Avrupa, Türkiye, Suriye ve İran gibi ülkelerden seçilen yetenekli Kürtler; bu Enstitü tarafından, ileride düşünülen işgal sonrası yapılacak operasyonlar için özel olarak yetiştirildiler!

Neler mi öğretildi?

Bir bölgenin demografik yapısı nasıl değiştirilir, nüfus ve tapu kayıtları nasıl sabote edilir, oylar nasıl değiştirilir ve Kerkük gibi kentlere göçmenler nasıl kaydırılır gibi “ince işler” öğretildi.

Aynı Enstitüde başka bir grup ise kurulacak Kürt Devletinin ihtiyaç duyacağı bürokrasiyi oluşturmak üzere yetiştirildi.

2002 yılına gelindiğinde ise 24 Temmuz – 15 Ağustos tarihleri arasında Kaliforniya’daki Nevada Çölü’nde, ABD tarihinin en büyük tatbikatı düzenlendi. Tatbikatın adı “Millennium Challenge-2002”, yani Türkçesi “Bin Yılın Meydan Okuması-2002” idi. Binlerce askerin katıldığı bu tatbikatta; ABD askerlerine, Türkiye'yi işgal eğitimi yaptırılıyordu.

Tatbikatın senaryosu ve başlangıç tarihi ise çok manidardı. Yani ABD, hedef tahtasına Türkiye’yi koyduğu tatbikatın başlangıç tarihi olarak, Lozan Anlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz’u seçiyor ve Türkiye’ye karşı bin yılın meydan okumasını yapıyordu!

Takvimler 20 Mart 2003’ü gösterirken “Özgürleştirme Operasyonu” adı altında ve naklen verilen dehşet dolu görüntülerle beklenen işgal hareketi başlatıldı!

ABD özel kuvvetleri ve ABD’de yetiştirilen Kürt gruplar 09 Nisan’da Kerkük’e, 10 Nisan’da da Musul’a girdiler ve buraları işgal ettiler.

Türk şehirlerine giren CIA Kürtleri 1. Körfez Savaşında olduğu gibi yine Tapu ve Nüfus Dairelerini yağmadılar!

Türk şehirlerindeki Tapu ve Nüfus kayıtlarının yok edilmesinin asıl sebebi ise, bölgedeki Türk kimliğini yok etmekti. Neden mi? Çünkü mevcut belgeler buraların Türklere ait olduğunu gösteriyordu. Öyleyse önce bunlar yok edilmeliydi.

Asıl amaç bölgede bir Kürt Devleti kurmaktı ve bu nedenle bölge Türksüz ve Arapsız hale getirilmeliydi! Öyle de yapıldı!

2’nci Körfez Savaşı ile Irak’ta gücünü ve etkinliğini arttıran ABD artık Irak’ta hiçbir Türk’ü istemiyordu.

Tarihler 04 Temmuz 2003’ü gösterirken ABD askerleri, Kuzey Irak’ta görev yapan Türk Özel Kuvvetlerine baskın yaptılar 11 askerimizi derdest ederek tutukladılar ve başlarına da ÇUVAL geçirdiler.

Bu çuval bütün Türk milletinin başına geçirilmiş bir çuval idi.

ABD tarafından bu baskında hırsızlık da yapılmıştır.

Türk Timi’nin karargâhı darmadağın edildi, odalardaki her şey kırıldı, döküldü, parçalandı. Türk bayrakları ve Atatürk tabloları yerlere atıldı. Karargâhtaki askeri uydu sistemi tahrip edildi, 30 tüfek, bilgisayar, harita, uydu fotoğrafları, çelik kasada bulunan 106.000 dolar para, telsizler, bir adet jeep, iki kamyonet ve bir otomobil çalındı.

Çok daha önemlisi, bu baskında çok önemli bir MİLLİ KRİPTO CİHAZI’mıza da el konuldu.

Daha sonraki yıllarda da Amerika’nın Türkiye aleyhindeki faaliyetleri ve Türk düşmanlarına yardımları hiç hız kesmeden devam etti.

2016 yılında ABD güdümündeki Irak’taki kukla hükümete gaz verilerek Musul’daki, Başika’daki askeri varlığımız tehdit edildi, tehlikeye sokuldu ve Irak’tan çıkmaya zorlandı.

Aslında geçmişe yönelik anlatılacak çok şey var ama isterseniz kısa keselim ve gelelim bu güne…

Ney yazık ki, Türk milletine zararlı Amerikan faaliyetleri azalmadığı gibi artarak devam etti ve halen de artarak devam etmektedir.

Artık gün; dün değil, bugün…

Gelen haberlere göre;

ABD tarafından, Suriye'nin Afrin bölgesinde bölücü örgüt PKK adına bir ‘TERÖR AKADEMİSİ' kuruldu!

Şu anda birçok ülkeden gelen kürtçü teröristler bu kampta Türk milletine karşı eğitilmektedir!

Türk istihbarat birimleri tarafından Başbakan Binali Yıldırım'a sunulan rapora göre; sadece 2016 yılında PKK'ya verilen silahlarla ‘modern bir ordu' kurulması mümkündür!

Son günlerde PKK/PYD'nin, önemli miktarda cephaneyi Münbiç-El Bab-Afrin hattına naklettiği bilgisi de gelen bilgiler arasındadır!

PKK'ya verilen silahlar arasında uçaksavarlar, roketatarlar, Dockalar, Kaleşnikof, Zagros, Dragunov ve G- 3 otomatik piyade tüfekleri de yer almaktadır!

Bu şu demektir: ABD tarafından PKK/PYD/YPG, şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde Türkiye’ye karşı güçlendirilmekte, eğitilmekte, donatılmakta ve silahlandırılmaktadır.

Burada verdiğimiz fotoğraf da zaten her şeyi açıkça ortaya koymaya yetmektedir. Afrin'de yeni çekilen bu fotoğraf, Türkçe Konuşan Ülkeler Uluslararası Gazeteciler Derneği (TKÜUGD) Suriye Medya Ofisi tarafından yayınlanmıştır.

Ne diyelim?

Böyle dost, böyle ortak... Düşman başına…

Aslında en güzelini, yıllar önce Aşık Mahzuni Şerif söylemiştir:

“Devleti devlete çatar,
İt gibi pusuda yatar,
Kan döktürür silah satar,

Su diye yutturur buzu,
Gafil düştük kuzu kuzu!

Bunca milletlere yazık,
Sömürülmüş bağrı ezik,
Seni sevenin fikri bozuk,

Ulkemizi parcalamaya calisan dIs guclere karsi,  Türk milleti ve bu topraklarda yaşayan herkes  din, dil,  ırk,  cinsiyet, milliyet, etnik köken farkı gozetmeksizin  el ele, omuz omuza tek vücut olmalı, birlik, beraberlik icinde birbirimize  kardesce, dostca,  sevgi ve saygıyla davranarak bu cennet vatanımızı korumalıyız. 
Sevgiyle, akılla, bilinçle ve mutlulukla kalın...

Orhan Karakoç

10 Ağustos 2020 Pazartesi

DİKKAT ÖNEMLİDİR

Tıp fakültesinde ilk kez kadavra başına toplanan öğrenciler, baya bir merak ve ilgiyle kadavrayı incelemektedirler.. Profesör dersine başlar.. 'Tıpta iki şey doktorlar için çok önemlidir, ilki insan vücudu ile ilgili hiç bir şey sizin için iğrenç olmamalıdır..' Örneğin, der ve parmağını cesedin kıçına sokar ve çıkartıp kendi ağzına götürür.. 'Hadi bakalım şimdi sizlerde aynı şeyi yapınız..!' Ögrenciler şok içinde, hepsi duraksarlar ama bakarlar ki profesör çok ciddi, istemeye istemeye hepsi sırayla kadavranın kıçını parmaklayıp sonrada emerler.. Öğrencilerin hepsi bu işin tadına bakıp berbat bir hale gelmişken, profesör konuşmasını sürdürür; 'Bir tıp doktoru için ikinci en önemli nokta gözlemdir' der ve devam eder; 'Ben kadavranın kıçına orta parmağımı soktum ama kendi ağzıma işaret parmağımı götürdüm..' Şimdi bir doktor için, dikkat etmenin ne kadar önemli olduğunu da öğrenmiş bulunuyorsunuz..!' Neymiş..? Sonuç olarak, işimizi dikkatli yapmazsak boku yeriz.. ''

9 Ağustos 2020 Pazar

ALTIN BOYNUZ

Hakasya, Abakan Türklerinin tarihte boy gösterdiği en eski yurtlardan. 
Hakasya adı sonradan anılan bir ad, asıl bilinen adı MİNUSİNSK.
Öz Türkçede anlamı; “bin tane suyun toplandığı, birleştiği kutsal yer.”
Abakan’ın başkent tarihini incelersek sayfalar yetmez.

Stalin’in son yılları. Yıl 1952, Sovyet uçakları Abakan’ın üzerinden geçerken manyetik fırtınaya maruz kalıyor.
Radarlarının bozulduğunu rapor ediyorlar.  2 uçak düşüyor, araştırmalar o günün teknolojisiyle sonuç vermiyor.
Nikolay Şvernik dönemi. 1959 da 2 uçak daha düşüyor Abakan’ın üstünde. Bazı koordinatlarda uçuş yasağı geliyor. Araştırma sonuçları bilinmiyor.
Brejnev dönemine kadar yasağın sürdüğü sanılıyor. Bu dönemde de yine uçaklar düşüyor.
Bu  sefer 3 askeri uçak ve bir de küçük sivil uçak aynı bölge üzerinde düşüyor. Araştırma sonuçları bilinmiyor…
Daha sonraki yıllarda uydular Abakan üstünde değişik sinyaller belirliyor. ABD uyduları da sinyalleri tespit ediyor.
Vasili Kuznetsov 1984’te başa geliyor en kapsamlı şekilde bu konuyu araştırıyor ama bir kaç ay sonra devlet başkanlığı sona eriyor.
1988’de Mihail Gorbaçov Yüksek Sovyet Başkanı seçilir. 1991’de malum SSCB dağılır, birçok sırlar da tarihe karışır.
Anılarında Gorbaçov şöyle diyecektir “Tuhaftır ki SSCB ekonomik dağılım aşamasındayken Vatikan bir mezara 2 milyar dolar teklif etti.”

Bu mezar hangi mezardı? Şimdi ana hikâyeye gelelim:
Bir çoban, Abakan yakınlarında çok eski olarak bilinen, adına   “Delikli kaya veya Kutsal kaya”denilen kayalık bir yere rastlar.
Buranın daha önce ziyaret edildiği oradaki işaretlerden bellidir; zira oraya çaputlar bağlanmıştır.Ama ne zaman bağlanmış, zamanı  bilinmez.
Çoban meraklanır, orayı kurcalar  ve yakınları ile define bulmak için kazarlar. Ama başarısız olurlar, bir müddet sonra hastalanarak ölürler.
Çoban ve yakınları ölünce  aile durumu yetkililere bildirir.
Yetkililerin yaptıkları bu incelemeler neticesinde, buranın  binlerce yıllık bir anıt mezar kalıntısı olduğu tespit edilir. Yapılan tetkikler neticesinde  bu anıt mezarda  yoğun radyasyon olduğu, ölümlerin sebebinin radyasyona bağlı olduğu rapor edilir.
Yetkililer uzun uğraşlar sonunda ve  bilim adamları eşliğinde mezara inerler.
Kat kat olan mezarda iki iskelet, çeşitli kova benzeri yarı toprak, yarı maden yapımı küpler, iki katlı şömineye benzer yapı vardır.
Ancak asıl hayret ve heyecan verici unsur ise; yuvarlak bir kaide üzerinde, bir insan boyunda, altına benzer bir boynuzdur.
Duvarlardaki çizimlerde boynuz ve boynuz miğferli, elinde boynuz asa tutan, biri yıldız haritaları, gezegen üzerinde boynuz miğferli bir adam, deniz altında boynuz, dünya üzerinde üç boynuz.
En ilginci boynuzların titreşim çizgilerle sanki birbirleriyle sinyal göndererek irtibat kurar şekilde çizilmiş olmalarıydı.
Boynuzu araştırmak ve deney yapmak için  bir parçasını koparmak isterler. Ancak boynuzdan küçük bir parça bile kopartılamaz!
Rus bilim adamları boynuzun altın ve bilinmeyen bir alışımdan yapıldığını söyler. Mezardaki diğer materyaller ise en az 30 bin yıllıktır.
Boynuzu çıkarmak için her yol denenir ancak başarılı olunamaz. En sonun da bir Kazak Türkü bir fikir sunar.
Kazak Türkü bir Kam getirmeyi teklif eder ve teklifi kabul edilir. Kamın yardımıyla boynuz çıkarılır.
Mezar incelenmiş, Türklerin atalarına ait olduğu kesinlik kazanmıştı. Kayı tamgasına benzer silik bir iz işi farklı boyutlara da taşıyordu.
Boynuz en son Çernobile götürüldü. Patlamadan sonra oluşan kaos nedeniyle unutuldu ve ne olduğu bilinmiyor.
Yıllar sonra Abakan müze yetkilileri mezarda araştırma yaptı; mezar talan edilmiş, çökmüştü, küp materyaller yoktu.
Bazı kemik parçaları ve altın boynuzun kaidesi ordaydı. Sergilemek için kaideyi müzeye götürdüler.
Duvarlarda kalan resimler tahrip olmuştu ama yine de insanlık tarihini değiştirecek bulgular vardı.
Yıldız haritaları aylarca incelendi; Dünya ve üç boynuz çizimi hesaplamalara göre Türkiye’de  İstanbul’u işaret ediyordu. Diğeri de Okyanusu ! 
Neydi bilemiyoruz, ancak şu kesin ki Türklerin ataları sıradan bir kavim değildi.

Haliç=Altın Boynuz
Haliçte 2. bir boynuz ya da başka bir şey olabilir mi?
Bulunmuş olma olasılığı???

Bu Konu, KIZIL KAM‏ ‪@Kizil_Kam‬ Kullanıcı adıyla paylaşımlar yapan, bir Twitter hesabının, paylaşımlarından derlenerek oluşturulmuştur…

Kaynak: mutlakaoku sayfasındandır.

ISLAHÇI AYILAR VE TÜRKLERDE MEYVENİN ATASI


Tüm elma türlerinin genom dizisi çıkarıldıktan sonra, bilim insanları var olan milyarlarca elmanın %90’nın kökenini Malus sieversii olarak bilinen ilk yabani elmaya kadar sürdü.

Bugün dünyada yaklaşık 7,500 elma çeşiti bulunuyor,  Kazakistan ormanındaki birer Anne ve Baba ağaca dayanıyor.

Almatı (Alma-Ata), Kazakistan’ın güneyinde yer alan Trans-İli Ala Dağları eteğine kurulmuş bir şehir.

Şehrin isminin bire bir çevirisi “Elmaların Atası/Babası” anlamına geliyor..

Elmanın bu kadar lezzetli hale gelmesi ıslahçı AYILAR sayesinde..

Kazakistan ormanlarında, doğanın ıslahçı ayıları yalnızca en tatlı elmaları lezzet testinden geçirip yiyorlar. 

Elmaları yedikten sonra, çekirdekleri dışkılayıp bu tatlı, lezzetli elmaların çekirdeklerinin her yere dağılmasını sağlıyorlar.

Daha sonra insanlar da tadı güzel olan bu meyveleri fark ediyor ve yetiştirmeye başlıyor..

Sonra insan Islahçısı ve Elma ağaçlarının "babası" denen Michurin çıkıyor ortaya.

AYILAR kızmıyor, şşştt hooopp !! Demiyor.

Islahçı hakkı da istemiyor.!!

Bedava karın tokluğuna çalışıyorlar..

Meyve cinsleri üzerine tarihe adını yazdıran Michurin'in ıslah ve melezlemeye dair teori ve deneyleri halen bugün de bitki bilimcilerinin takibinde..

Şimdi gen havuzu daralınca Islahçının torunları çaresiz kalıyor?

Ne mi yapıyorlar?

Tohumu alıp ekip çoğalınca koruduk sanan insana doğa ana;  " saksıda, bahçede, dekarlarca  tarlalarda değil, kendi ekolojik bölgesinde  habitatında, mantarı, böceği, kurdu kuşu, ayısı, ağacı, otu ile ancak biyoçeşitliliği koruyabilirsin çocuğum" dersini alıyor.

Her bir şeyi bilen(!)  insan da koşuyor yeniden Tanrı Dağlarına.. 

Soylarını tükettiğimiz ISLAHÇI AYILARI da bul onlar olmadan olmaz diyor..

Çırak ol yanına..

Bilgi ve hayat ağacıdır elma..

Sürgünlük ve yitirilen masumiyettir.

İsaac Newton, Steve Jobs, Pamuk Prenses, Herakles, Alan Turing, Samsa'nın sırtına saplanan acı..

Kerbelâ'da susuzluğa devâ, Elma kokulu İmam Hüseyin'in mezarı.

İlk insan ÂDEM..

Elma bir yanı ile insanın en dehşetli arzusunun sembolüdür. 

Son olarak; okumadı iseniz "okuyun kitapları"ndan ; 

"Elma olgunlaşınca düşer. Peki ama niçin? Bir güç onu toprağa doğru çektiği için mi? Ağırlaştığı için mi? Rüzgar estiği için mi? Ağırlaştığı için mi? Yoksa aşağıda duran bir çocuk o elmayı yemek istediği için mi?"
  (Savaş ve Barış-TOLSTOY)

7 Ağustos 2020 Cuma

SELAMÜN ALEYKÜM

Dinsel bir yanı yokmuş ki Araplar İslam olmadan önce de kullanıyorlarmış.

Yukardaki  resimdeki tanımlama yanlış yani ben yahudiyim anlamı ancak şalom aleyhe diye bir kullanım varmış İbranice’de .

'selamın aleyküm'ün islamla ilgisi yok.
Selamun aleyküm'ün aslı ibranice "şalom aleküm"dür ve yahudiler tarafından en az 2500 yıldır kullanılır.
Herhangi bir yahudi internet sitesine girip bakarsanız herkesin bunu kullandığını görürsünüz. İslam ile herhangi bir ilgisi yoktur; araplar semitik akrabaları yahudilerden aldıkları selamun aleyküm'ü müslümanlık var olmadan önce de telâffuz ediyorlardı.
Selamın aleyküm Türkçesi 'selam üzerine olsun'dur. Yani dini bir içerikte taşımamaktadır.

Bay, çüz, hay, bilmem ne benim gözümde neyse, selamun aleyküm de odur.

Sonuçta hepsi de Türkçe olmayan, dışarıdan gelme kelimeler. Kimsenin dinî inancıyla uğraşmıyoruz, sadece bir yanlışı düzeltmeye çalışıyoruz.

İslam birliği taraftarlarının mesele haline getirdikleri konulardan biri de selamlaşma işidir. Bunlar 'günaydın'ı kabul etmiyorlar. 'Selamünaleyküm' diyorlar ve bunun Müslümanlar arasında manevi bir bağ olduğunu ileri sürüyorlar. Müslümanlar arasında manevi bağ selamlaşma ile olacaksa bütün Müslümanların Türkçe selamı kabullenmeleri mantık ve ahlak icabıdır. Çünkü islamiyeti koruyan, yaşatan ve yüceltenler en çok Türkler olmuştur.

Ülkemde bazı Türklerin arapça ''selamın aleyküm'' diyerek, veya farsça-kürtçe ''merhaba'' diyerek selamlaşmalarına üzülüyorum.

Türk ülkesinde Türkçe 'den taviz verilmemelidir.
Ümmetçi kişiler ''selamın aleyküm'' demenin islami bir zorunluluk olduğunu savunurlar. Oysa ''selamın aleyküm'' sözü ibraniceden arapçaya geçmiş ve araplaşmış bir selamlaşma şeklidir.
İslam öncesinde araplar yine ''selamın aleyküm'' diyerek konuşmaya başlardı. Bu kelimenin aslı ibranice ''salom aleküm'' idi.
İbraniceden arapçaya, oradan da Türkçeye geçen bu tamlamayı kullanmamalı; yerine ''esenlikler'' dilemeli, ''günaydın'' ''iyi günler'' ''iyi akşamlar'' demeliyiz.
''merhaba'' ise farsçadır. Farsiler ve kürtlerin öz selamıdır.. Bu kelimeyi de kullanmaktan vazgeçmeliyiz.

Böyle bir iddia var ortada konuya hahim olanların yorumuna muhtaç. E.K.

ÇİN SEDDİNDEN DAHA GÜÇLÜ BİR SED

Çinliler barış içinde yaşamaya karar verdiklerinde büyük Çin Seddi’ni inşa ettiler. Yüksekliğinden dolayı hiç kimselerin tırmanamayacaklarını düşündüler..
Fakat, inşasından sonraki 100 yılda Çinliler 3 misli daha fazla işgale uğradılar.

Düşman piyade askerlerinin hiçbir zaman duvara tırmanma ya da duvara dahletmeye  ihtiyaçları olmadı. 
Çünkü, her zaman muhafızlara rüşvet verdiler ve kapılardan girdiler.

Çinliler yüksek ve kalın  duvar inşa etmişlerdi; fakat duvar muhafızlarının karakterlerini inşa edememişlerdi.

Netice olarak, insan karakterini inşa etmek farklı ve önemli..
Her şeyin inşasından önce gelir. 
Yeni neslin bugünkü ihtiyacı işte budur.

Bir oryantalistin dediği gibi; “Eğer bir milletin medeniyetini tahrip etmek istiyorsanız 3 yol var;
* Aile yapısını tahrip edin.
* Eğitim sistemini tahrip edin.
* Rol modellerini ve referanslarını küçümseyin, alçaltın.”
✍️
Aileyi tahrip etmek için; anneliği küçümseyin ve alçaltın.

Eğitim sistemini tahrip etmek için; eğitimcilere, öğretmenlere önem vermeyin ve toplumdaki itibarlarını düşürün ki, öğrencileri onları hakir görsün, küçümsesin.

Rol modellerin itibarını küçültün. 
Alimlerin ve bilim insanlarının sinsice mahvına çalışın, ta ki, onlardan şüphe duyulsun, kimse onları dinlemesin ya da takip etmesin..
✍️
Şuurlu anne kaybolduğunda, adanmış Öğretmenler kaybolduğunda ve rol modeller itibarsızlaştırıldığında kim gençlere İNSANİ DEĞERLERİ öğretecek?

Asuman Yüksel paylaşımı ❤️

4 Ağustos 2020 Salı

AYŞE BAYSAL

1930 yılında
Karaman'ın
Uğurlu köyünde 
Bir kız çocuğu dünyaya geldi.
Adını Ayşe koydular. 

Ayşe 15 yaşına kadar köyde eğitim aldı.
Sonra Köy Enstitüsüne gitmek istedi.

Köy Enstitüsü İvriz'deydi.
Bir çıkı hazırladılar Ayşe'ye.. 
İçine çökelek, pekmez, yufka koydular.

4 Temmuz 1945'de yürüyerek yola çıktılar eniştesiyle.
İki geceyi dağda geçirdiler.
Karaman'a vardılar, oradan kağnı ile Ereğli'ye. 
Oradan İvriz'e. 

Ayşe öylesine okuma heveslisiydi ki.
1950 yılında 
İvriz köy Enstitüsünü
Birincilikle bitirdi. 

Ardından 
Ankara Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu kazandı. 
Onu da birincilikle bitirdi.

Ankara Valisi Kemal Aygün 
Ayşe'yi takip ediyordu. 
Gel danışmanım ol dedi, 

Ama o 
"Köylere gidip çocukları yetiştirmem gerek"
deyip öğretmenliği seçti.

Trabzon-Vakfıkebir ilçesi 
Beşikdüzü’nde öğretmenliğe başladı. 
Yetmiyordu, daha çok şey yapmalıydı çocuklar için.

Burs bularak ABD’ye gitti.

Wisconsin Üniversitesi’nde doktora yaptı. 
Okulda hoca ol dediler. 

Ama o 
'Ülkemdeki çocuklara bakmam gerek’ dedi, 
Ankara’ya döndü.

Hacettepe Üniversitesi 
Temel Bilimler Yüksek Okulu’na bağlı 
Beslenme Bölümü’nde ders vermeye başladı.

Yetmedi. 
Kişisel çabalarla 
Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu’nu kurdu.

Burada bir laboratuvar açtı. 
Köydeki çocukların hastalıklarına çare olmak için kimyasallar hazırladı. 

Köydeki salgınlara karşı ishali engelleyen bir ilaç geliştirdi. 

Türkiye’nin her köyüne ilaç yolladı. 
Ve tüm bunları parasız yaptı. 

Bir vakıf kurdu; 
Beslenme Eğitimi ve Araştırma Vakfı 
BESVAK.
Burada burs beslenme uzmanları yetiştirdi, kurslar verdi. 

Yetmedi.
Vakıf bünyesinde çocuklara burs sağladı ve okuttu. 
Bilhassa kız çocuklarını,
Yani, kendi gibi köylü kız çocuklarını… 

Prof. Dr. Ayşe Baysal 
2016 yılında 
86 yaşında 
Ankara'da 
Vefat etti.

Laboratuvarda besin üzerine çalışmalar yaptı.

Köy Enstitülerinin neden gerekli olduğunun 
En CANLI örneklerinden birisidir Prof. Dr Ayşe BAYSAL

Nurlar içinde uyusun..

3 Ağustos 2020 Pazartesi

ŞEKER, İRAN'LI MOLLALAR ve İNGİLİZ TACİRLERİN ANLAŞMALARI

  
Eskiden insanlar, İran'da çaya tatlandırıcı olarak HURMA ve ÜZÜM katıyordu...
İngiliz tacirler, bu ülkede şeker ticareti yaparlarsa, çok para kazanacaklarını hesap ettikten sonra, İran'a şeker satmaya kalktıklarında, Iran pazarında hiç tanınmayan, hiç alışkanlık olmayan şeker satışını başaramadılar...
Sonra, İngiliz tüccarlar, İranlı Mollalarla irtibat kurdular...
İngiliz şeker tacirleri, Iran'lı Mollalardan İran halkını Şeker kullanmaya teşvik etmeleri için FETVA vermelerini rica ettiler. Seker kullanımı hakkında verecekleri FETVA karşılığında, İran'daki bütün şeker satışından elde edecekleri kazancın %10'unu vermeyi teklif ettiler...
İran'lı Mollalar kulağa hoş gelen bu teklifi kabul ettiler...
İran'da Cuma namazları o bölgenin en büyük camisinde ve çok kalabalık olarak kılınıyor olduğu için, bir Cuma hutbesinde Iran'lı Mollalar şu VAAZI verdiler...
"Siz Allah'ın nimeti olan HURMA ve ÜZÜMÜ nasıl olur da çaya katarsınız?...''
''Bundan böyle şeker var, bakın bu şekeri içtiğiniz çaya katacaksınız. Çayınız tatlanacak... 
Bu VAAZDAN sonra İran'lılar çaya şeker katmaya başladılar...
İşler yoluna girince, satışlar artınca, İngiliz tacirlerin, Iran'lı Mollalara verdikleri % 10 pay gözlerinde çok görünmeye başladı, ve zaman sonra, şeker satışlarının iyi gitmediğini söylediler, bu  uydurma gerekçeyle şeker satışlarından %10 komisyon vermemeye başladılar...
Bunun üzerine Mollalar ilk Cuma namazı hutbesinde ikinci bir FETVA daha verdiler...
"Gâvur icadı olan şekeri çaya katmak caiz değildir..." Dediler...
Bu FETVA üzerine İran'lılar, evlerinde var olan bütün şekerleri sokaklara döktüler...
Bu durum üzerine İngiliz ticaret şirketleri, mecburen İran'lı Mollalarla yeniden pazarlık  masasına oturmak zorunda kaldı...
Fakat Iran'lı Mollalar bu sefer, İngiliz seker tacirlerinden satışlardan % 20 pay istediler...
Eee... Dinsizin hakkından sahte ve uydurma Muaviye İslam inançlı sahtekar imanlı (!) olanlar gelir(miş)...
İngiliz tacirler, çok çay içilen ve satışların çok iyi olduğu İran'da kazanacakları güzel paraları  düşününce, çaresiz bir şekilde, istedikleri %20 komisyonu ödemeyi kabul ettiler...
Bunun üzerine İran'lı Mollalar, ilk Cuma namazı  hutbesinde bu sefer de şu FETVAYI verdiler...
"Biz size çaya şeker katmayın
dedik ama, şekeri sokaklara dökün de demedik..." 
" Şekerleri sokaklara dökmeyeceksiniz, şekeri çaya batıracaksınız ve böylece gâvur icadı şekere boy abdesti aldırarak içeceksiniz..." dediler...
Tabii ki bu FETVA İran halkı tarafından hemen yaşama geçirildi...
Dinin cahil insanları aldatmak, yönlendirmek, onları sömürmek açısından ne kadar etkili olduğunu gösteren ibretlik bir örnektir bu...
Bu İran'da gerçekleşen bir yaşanmışlık...

Prof. Yaşar Nuri ÖZTÜRK  
https://www.facebook.com/groups/229477240827445/